DNA’nın Karanlıkta Kalan Yıldızı: Rosalind Franklin
Bilim tarihi kitapları erkeklerin bilim alanındaki başarıları, keşif ve icatlarıyla doludur. Bu sanki doğal, kendiliğinden bir olgu gibi kabul edilir, anlatılır. Kadın ve bilim ilişkisini ne yazık ki bu kadar rahat kuramıyoruz. Bilim tarihine ve bilime toplumsal cinsiyet açısından baktığınızda, her türlü engellemeye karşı alanında başarılı çeşitli icat ve buluşa imza atan bilim kadınlarının hiç de az olmadığını görüyoruz. Bu kadınların hikayelerine çoğu zaman bilim hırsızlıkları, yok saymalar, çelme takmalar, trajik erken ölümler ve ölümlerinden sonra gelen “şöhret” de ekleniyor.
En tipik hikayelerden biri bilim çevrelerinde “DNA’nın karanlıkta kalan yıldızı” diye adlandırılan Rosalind Franklin’e aittir. Von Josie Glausiusz’un 2003 yılında kaleme aldığı “Unutulan Kadın: Rosalind Franklin” isimli makalesinin giriş bölümü Rosalind’in son uykusunu uyuduğu London-Willesden’deki Yahudi Mezarlığı’nda başlar. Şöyle anlatır Glausiusz:
“Ünlü yazar, bilimci ve yargıçların edebi istirahatgâhında görkemli, kule gibi anıt mezar denizinin içinde ancak dikkatle baktığınızda görebildiğiniz basit, kirli bir mezar taşı gözümüze çarpıyor. Üzerinde ‘Rosalind Elsie Franklin’in aziz anısına: Ellis ve Muriel Franklin’in çok sevdikleri büyük kızları: 25 Temmuz 1920- 16 Nisan 1958. Virüs araştırmaları çerçevesinde yapmış olduğu keşiflerle insanlığa katkıları oldu’ yazıyor.”
Glausiusz mezar taşı yazısının bir kısmında harfler düştüğü için yazılanları sökmekte güçlük çektiğini belirtir. Daha sonra mezarın onarıldığına dikkat çeken yazar, “Ama 20. Yüzyılın en önemli keşiflerinden biri olan o üç harfin; DNA’nın, mezar taşında hâlâ yeri yok, ” diye hayıflanır.
Çünkü yazara göre de “yaşamın sırrı” diye adlandırılan DNA’nın çift sarmal (ikili sarmal) yapısını ilk kez keşfeden Rosalind Franklin’dir. Onun çektiği fotoğraf, moleküler biyolog James Watson ve Francis Crick’in çifte sarmal modelini oluşturmalarında kilit rolü oynamış iki bilim adamına kaşif unvanının yanı sıra 1962’de Nobel ödülünü de kazandırmıştır. J. D. Watson Türkçe’ye İkili Sarmal adıyla çevrilen ve DNA yapısının çözüm sürecini anlattığı kitabında Rosalind’i, zavallı ve pasaklı Rosy diye küçümseyerek anar ve onun süreçteki rolünün üzerini kapatmaya çalışır. Rosalind Watson’un, anlattıklarını yalanlayacak durumda değildir. 1958’de araştırmaları sonucunda elde ettiği bulguların tümünü yazamadan yumurtalık kanserinden yaşamını yitirmiştir. Bazı bilim tarihçilerinin kanısı ölmeseydi Nobel ödülünü paylaşanlar arasında Rosalind’in de yer alacağı doğrultusundadır.
Matematikle eğleniyordu
Rosalind Franklin, 1920 yılında Londra’da varlıklı ve eğitimli beş çocuklu bir Yahudi ailesinin kızı olarak dünyaya geldi. Üç erkek bir de kız kardeşi vardı daha küçüklükten itibaren resim çizmeyi seviyor, kendince aletler icat ediyor, yazılar yazıyordu. Rachel Swaby 52 bilim kadınının yaşam hikayelerini anlattığı ve Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Dikbaşlılar isimli kitabında, annesinin Rosalind için “Rosalind hayatı boyunca nereye gittiğini çok net ve açık olarak biliyordu” dediğini yazar. Küçük yaşlardan itibaren odaklanma gücü çok yüksekti. Teyzesi daha altı yaşındayken onun “Bütün zamanını eğlenmek için matematik problemleri çözmekle geçirdiğini” söylüyor. Geniş aile çevresi genel olarak liberal ve muhafazakârlardan oluşuyordu ama toplumsal olaylara karşı ilgileri büyüktü. Bu çevrede Hitler’in Yahudi katliamından kurtulan akrabalar da vardı, sosyalist düşüncede olanlar da ve kadın hakları alanında mücadele edenler de…
Fransa’da yaşadığı dönemde de daha sonra Amerika yıllarında da akademik ortamın düşmanca tavırlarına karşı bilim kadınları ile hep daha dostça ilişkiler kurdu.
Dini eğitim almasını ve sosyal hizmet uzmanı olmasını isteyen babasına karşı çıkarak İngiltere’de kimya ve fizik derslerinde uzmanlaşmış kız okullarından biri olan St. Paul Kız Mektebi’ne girdi. Babası onun kararlı tutumu karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştı. Çalışkandı, zekiydi özellikle fen bilimlerinde çok başarılıydı. Fakat Latincesi de iyiydi ve sporla da uğraşmaya vakit buluyordu. Rosalind Franklin 17 yaşında zorlu bir sınavı başarıyla vererek 1938 yılında Cambridge’e bağlı prestijli bir okul olan Newnham Koleje girdi. Burada fizik ve kimya okudu. Okulu 1941 yılında bitirdi. Kömür Kullanımı Araştırma Derneği’nde işe girdi. Orada kömür mikro biyolojisi üzerine çalışıyordu. Görevi bazı kömür türlerinin gaz ve suyun sızmasına müsaitken, bazılarının neden etkin bir duvar oluşturduğunu anlamaktı. Savaş dönemiydi ve kömür gaz maskelerinde kullanıyordu. Araştırmaları aracılığıyla insanlığa hizmet ettiğini düşünüyordu. Rachel Swaby Rosalind’in 26 yaşında kömürün kristalografisi ile ilgili beş makale yazdığını söyler. 1945 yılında bu konuda hazırladığı tez ile Fiziksel Kimya alanında Cambridge’den doktor unvanını aldı.
En karışık moleküllerin kadını
Franklin kadınlarla sağlam dostluklar kurmasını bilen bir kadındı. Cambridge’de öğrenim gördüğü yıllarda en yakın arkadaşlarından biri de Adrienne Weill’di. Weill Fransızdı Londra’da mülteci olarak yaşıyordu ve Hitler zulmünden kaçmıştı. Adrienne onu 1946 yılında akademik hayatında büyük rol oynayacak olan Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nin başkanı, Marcel Mathieu ile tanıştırdı. Franklin Mathieu aracılığı ile tanıdığı Jaques Mering’in müdürü olduğu Devlet Kimya Hizmetleri Laboratuvarı’nda iş buldu ve Paris’e taşındı. Burada yaptığı çalışmalarla kristalografi bilgisini genişletti ve röntgen ışınları spektroskopisi tekniği ile uğraşmaya başladı. Bu temelde, amorf maddelerin analizine ek olarak, mikrobiyolojide kendi konusu olan büyük ve karışık moleküler yapıları incelemeye yöneldi. Brenda Maddox, Rosalind Franklin’le ilgili yazmış olduğu biyografide Rus kökenli bir Yahudi ve Komünist partisi üyesi olan Mehring’in Franklin üzerinde büyük etkisi olduğunu dile getirir. Ona göre Mehring’in evli olması ikisi arasında gelişebilecek duygusal yakınlaşmayı engellemiştir. Franklin araştırmacılarından bir kısmı ise bu yakıştırmanın kurgu olduğunu onun Avrupa’da yaşayan mülteci Yahudilerle büyük dostluklar geliştirdiğini, Mehring’le ilişkisinin de bu anlamda değerlendirilmesi gerektiğini söylerler. Çevresinde Hitler zulmüne uğramış arkadaş ve dostlarının fazla olmasına rağmen Franklin’in Semitizmle bir ilişkisi yoktur. Fakat kendini kültürel açıdan bir Yahudi olarak değerlendirir.
Paris’te pek çok bilim insanıyla iletişim kurdu ve yakın arkadaşlıklar edindi. Rosalind’i tanıyanlar onun mütevazı ve alçakgönüllü kişiliğinden övgüyle bahsediyorlar. Yaptığı gezilerde ailesi gibi birinci sınıf odalarda değil, üçüncü sınıf odalarda kalmayı tercih ediyor, ailenin maddi desteğini de reddediyordu. Paris’te geçirdiği yılları daha sonra “en mutlu yılları” olarak değerlendirir Rosalind. 1951 yılında İngiltere’ye geri döndü ve Londra’daki Kings College’de Biyofizik bölümünde araştırmacı olarak çalışmaya başladı. Başlarda, lipid ve proteinler üzerine X-ray kırılımı araştırmaları yaparken daha sonra DNA incelemelerine de dahil edildi. Bu çalışmalar, farklı disiplinlerden gelen bilim insanlarından oluşan bir ekip tarafından yürütülüyordu. Amaçları DNA’nın moleküler yapısını çözmekti. İki yıl boyunca, kendi geliştirdiği ve tasarladığı özel bir mikro kamera ile DNA’yı tüm olası açılardan fotoğrafladı. Yüzlerce çekim yaptı ve DNA’nın atomları arasındaki mesafeyi hesapladı.
51. Fotoğraf hırsızlığı
Franklin DNA ipliklerini sıralayarak bunları yüzde 20 yüzde 75 ve yüzde 95 nemlilikte X ışınlarından geçirdi. Böylece DNA’nın iki formu olduğunu buldu. Bunlardan biri A formu olarak adlandırılan kuru DNA idi ve DNA’nın daha düşük su içeren formu (yaklaşık yüzde 20 su, yüzde 75 göreceli nem), kısa ve basık şekildeydi. Nem oranı yüzde 95 olduğunda moleküller uzuyordu. Franklin bunu DNA’nın B formu olarak adlandırdı. Buluşlar, DNA’nın sarmal yapısına dair ilk ipuçlarını içeriyordu.
Fakat Franklin Kings Koleji’nde rahat değildi. Ondan yaşça büyük olan Maurice Wilkins çalışmanın şefinin kendisi olduğunu söyleyerek, Franklin’le ciddi bir rekabete girişmişti. Bilim çevreleri şimdiki gibi o zaman da biçimde erkek egemendi. Bir kadının onlardan daha ileri düzeyde olmasını kabul edemiyorlardı.
Bu arada Cambridge’de James Watson ve Francis Crick de
DNA üzerine araştırmalar yapıyordu. 21 Kasım 1951’de Franklin’in Kings Kolleg’de bir seminer vererek DNA’nın yapısına ilişkin sonuçları açıklayacağı haberini duyan Watson, Wilkins aracılığıyla kendisini toplantıya davet ettirdi. Çünkü akademinin erkek egemen kültürü içinde Watson, Crick ve Wilkings devamlı temas halindelerdi. Ve Watson, Franklin’in röntgen fotoğraflarının DNA’nın bir sarmal olduğuna dair herhangi bir işaret verip vermediğini merak ediyordu. Toplantı sonucunda işine yarayacak bazı bilgileri, edinmişti.
30 Ocak 1953’de Watson, Linus Pauling’in yanlış bilgiler içeren DNA yapı örneğiyle birlikte Rosalind’in yanına geldi. Ciddi bir biçimde tartıştılar, Rosalind bilgilerin yanlış olduğunu söyledi. Watson daha sonra, arkadaşı meslektaşı olan Wilkins’in yanına gitti. İkisi arasında bir rekabet olduğunu biliyordu. Wilkins, izin almaksızın Rosalind’in çekmiş olduğu en önemli DNA resimlerinden biri olan “51. fotoğraf ”ı ondan habersiz Watson’a verdi. Watson istediğinden fazlasını alarak Cambridge’e geri döndü.
Franklin’i çektiği bu fotoğraf o zamana dek DNA’ın ıslak ve kuru formlarının karışımından oluşan bulanık imgelerle çalışmış Watson için bulunmaz bir nimetti.
Franklin”in bu fotoğrafı Watson ve Crick’in DNA’yı kavrama biçimini değiştirdi. Watson’un bir konuşmasında Rosalind’in süreçteki rolünü ağızından kaçırana kadar ikili onun bu konuda kendilerinin yolunu açtığından hiç bahsetmedi.
Franklin bir süre sonra Kings College’den ayrılmak zorunda kaldı ve Birbeck College’ye gönderildi. Nakildeki temel koşul DNA araştırmaları yapmamasıydı. O da zaten bıkmıştı, bu ortamların kendisine yabancı olduğunu düşünüyordu. Virüs araştırmalarına yöneldi. Virüslerin moleküler yapılarını X ışınları ile inceleyen bir ekip kurdu. Ekip bu konularda araştırma yapan en iyi ekipti.
Çocuk felcini araştırmaya başladı. Fakat röntgen ışınlarına çok fazla maruz kalması neticesinde yumurtalık kanserine yakalanarak 1958’de yaşamını yitirdi.
Crick ve Watson 1962 yılında DNA’nın yapısını çözümledikleri için Nobel ödülü aldılar.
İnsanlar Franklin’in DNA çalışmalarındaki katkılarını bilmediler. Ama gerçeğin üzerini uzun süre örtemezsiniz. Bugün pek çok kadın araştırmacısı Rosalind’in hayatını ve DNA’nın keşfinin arkasındaki hikâyeyi öğrenmemizi sağladılar.