gençemek sayı 10

Emeklilik 1990 sonrası kuşaklar için Anka kuşu

Taner AKPINAR

Kapitalist ekonomik düzen küresel ölçekte yayılıp kök saldıkça daha fazla insan işçileşmektedir. Buna karşın, işçileşen herkes istihdam fırsatı yakalayamamaktadır. Dolayısıyla buna işsizleşme demek daha uygun olabilir. Burawoy, işsizliğin kol gezdiği günümüzde sömürülmenin bir ayrıcalık haline geldiğini ve yaşamı sürdürmek için temel gerekli koşullara sahip olmayanların sömürülmek istediğini ifade ediyor.[1] Özuğurlu ise, işsizlik ve istihdam arasındaki ayrımın kaybolduğuna dikkat çekiyor: “21. yüzyıl kapitalizminde işsizlik ve istihdam iki ayrı dünya, demek değildir. İşsizlik istihdamın bir anına, istihdam da işsizliğin bir anına dönüşmüş durumdadır.”[2] İşsizlik bahsinde, egemen yeni liberal yaklaşım hem kuramsal düzeyde (işsizliğin bireysel beşeri sermaye yetersizliğinden kaynaklı bir sorun[3] olduğu yönündeki kuramsal yaklaşım anlamında) hem de uygulama düzeyinde (işsizliği ortadan kaldırmaya yönelik aktif emek piyasası politikaları anlamında) iflas etmiş durumdadır. Aslında, yeni liberal dönemde, gerçekte ortada bir işsizlikle mücadele politikası yoktur. İşsizlik, yeni liberal dönemde, egemen olan parasalcı (monetarist) yaklaşımda mücadele edilen bir sorun değil, ana makro ekonomik hedef olan fiyat istikrarına katkıda bulunacak bir araç (non-accelerating inflation rate of unemployment/enflasyonu arttırmayacak düzeyde bir işsizlik oranı) olarak görülmektedir. Dolayısıyla, işsizlik, artık politik (policy) bir araca dönüşmüştür. Diğer bir ifade ile ekonomide giderilemez düzeyde bir işsizlik olur söyleminin (natural rate of unemployment/doğal işsizlik oranı) yerini, “enflasyonu arttırmayacak düzeyde bir işsizlik oranı makbuldür” politikası almıştır.

Kurulu ekonomik düzende işsizliğin azaltılması ekonomik büyümeye bağlıdır ama memleket ekonomisinde gerçekleşen büyüme, olağan bir kapitalist ekonomik düzende olması gerektiği kadar bile yeni istihdam olanakları yaratamamaktadır. Bu da açıkça gösteriyor ki, İş Kanunu’ndaki çalışma sürelerine (günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak en fazla çalışılabilecek sürelere) ilişkin sınırlara uyulmuyor. Bu konuda, Avrupa Birliği üyesi 28 ülke ile Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Panama, Honduras, Nikaragua, El Salvador, Kosta Rika, Guatemala, Çin, Güney Kore ve Türkiye’yi kıyaslayan bir araştırmaya göre, Türkiye bu ülkeler arasında haftalık çalışma süresi en uzun olan ülkedir. Türkiye’de çalışanların yüzde 57’si haftalık 48 saatten fazla çalışmaktadır.[4] Diğer taraftan, verili bölüşüm ilişkileri koşullarında, ekonomik büyüme, emekçi sınıflar aleyhine işlemektedir. Selwyn’in küresel ölçekte yaptığı bir hesaplamaya göre, küresel servet 2003 yılından 2013 yılına kadar yüzde 68 oranında artarak 241 trilyon dolara ulaşmıştır, 2020 yılında da 345 trilyon dolara ulaşacaktır. En zengin 62 kişinin servetinin toplamı, 3,6 milyar kişinin servetine eşittir.[5] Bunun anlamı, ekonomik büyüme düzeyi ne kadar artarsa, toplam gelirin bölüşümünün daha fazla oranda emekçi sınıflar aleyhine olacağıdır.

Bu koşullarda bir iş bulmak, hayatı sürdürmek için gerekli gelir kaynağına ve oradan da temel geçimlik araçlara ulaşmak anlamına gelmemektedir. Ücretlerin çok düşük olması, iş güvencesinin olmaması ve geçici çalışmanın egemen istihdam biçimi haline gelmesi, yalnızca emek gücünü kiralayarak hayatı sürdürmeyi olanaksız kılmaktadır. Hal böyle iken, 2008 yılında uygulamaya konulan sosyal güvenlik reformu ile çalışma çağı sonrası yaşam süresi (emeklilik çağı) için bir güvence oluşturmak da imkânsızlaşmıştır. Söz konusu reform, uygulamaya konulduğu yıl itibariyle, 1990 sonrası kuşakları vurmuştur. Bu reform ile hem emekli olma koşulları ulaşılamayacak derecede zorlaştırılmış hem de, bu zor koşullar sağlansa bile, emekli maaşı, maddi yaşamı sürdürmenin mümkün olmadığı bir düzeye düşürülmüştür.  

Sözü edilen reform 2008 yılında yürürlüğe girmiş olsa da, böyle bir reform yapılmasına giden süreç 1980’lerin ortalarında başlamıştır. 1980’de uygulamaya konulan yeni liberal ekonomi politikalarının temel hedeflerinden biri kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT’lerin) özelleştirilmesiydi. Bu konuda, 1980’lerin ortalarından itibaren, dönemin siyasal iktidarı tarafından somut adımlar atılmaya başlanmıştır. Çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerle, KİT’lerde çalışan işçi ve memurlar sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmiştir. Böyle yapılmak istenmesinin nedeni, çalışanları sözleşmeli personel statüsüne geçirip güvencesizleştirerek işten çıkarılmalarını kolaylaştırmaktır. Bunun nedeni ise, KİT’lerin sorunsuz bir şekilde özelleştirilmesi için öncelikle çalışanlarından kurtulmak istenmesidir. Ancak, kanun hükmünde kararnameler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş, dolayısıyla bu yol kapanmıştır. 1992’deki siyasal iktidar da bu sorunu gündemine almış ama başka bir yoldan halletmiştir. Bu yılda yapılan bir yasa ile emekli olmak için yaş koşulu kaldırılmış, erkeklere 25 yıl ve kadınlara 20 yıl çalışması koşuluyla emekli olma hakkı tanınmıştır. Buna bağlı olarak, sosyal güvenlik sistemi 1992 yılından itibaren açık vermeye başlamıştır.[6] Sosyal güvenlik sisteminin en büyük gider kalemi emekli maaşı ödemeleridir. Erken emekli edilenlerin sisteme getirdiği yük, açıkların temel nedenidir. Amaç hâsıl olmuş, emekçi sınıflar kendilerini erken emekliliğin mutluluğuna kaptırmış, KİT’lerin satışına karşı, etkili bir direniş olmamıştır. 1999 yılında emeklilik koşulları yeniden belirlenerek, kadınlar için 58 ve erkekler için 60 olarak yaş koşulu geri getirilmiştir. Ayrıca emekli maaşı bağlama oranı yüzde 80’den, yüzde 65’e düşürülmüştür. Bunun ne demek olduğunu anlaşılır kılmak için basitleştirilmiş bir örnek vermek gerekirse, çalışırken 1000 TL alan birisi emekli olduğunda, emekli maaşı bağlam oranı yüzde 80 iken 800 TL, yüzde 65 iken ise 650 TL emekli maaşı alacaktır. 1999 reformu, bu reformdan önce çalışmaya başlamış olup henüz emekliliğe hak kazanmamış olanları da etkilemiştir. Kamuoyunda emeklilikte yaşa takılanlar olarak bilinen bu kesimin uğradığı bu haksızlık sürekli gündeme getirilmekte, ancak, 1990 sonrası kuşakların durumu görmezden gelinmektedir.

2008 yılında uygulamaya konulan ve 1990 sonrası kuşakları vuran reform ile belirlenen yeni emeklilik koşullarına göre, kadınlar için 58 ve erkekler için 60 olan yaş koşulu 2036 yılından itibaren artmaya başlayacak ve 2048 yılından itibaren, emekli olma yaşı, kadın ya da erkek fark etmeksizin, herkes için 65 olacaktır. Yalnızca bu kadar da değil, emekli maaşı bağlama oranı da yüzde 65’ten, hizmet sözleşmesi ile çalışanlar için yüzde 40’a, kendi adına ve hesabına çalışanlar ile memurlar için de yüzde 50’ye düşürülmüştür. Dahası var, emekli maaşları hesaplanırken geçmiş yıllardaki kazançlar gayri safi milli hasılanın gelişme hızına göre güncellenmektedir. 2008 öncesi dönemde, bu güncelleme, gayri safi milli hasılanın gelişme hızının yüzde 70’i esas alınarak yapılıyorken, 2008 sonrası dönem için yüzde 30’u esas alınarak yapılmaktadır. 

Bütün bunların anlamı şudur; emekli olma yaşı yükseltilerek emekli maaşı ödeme süresi kısaltılmış ve emekli maaşı bağlama oranı düşürülerek de maaşların miktarı düşürülmüştür. Böyle yapılarak da, 1980 sonrası yeni liberal politikaların sosyal güvenlik sisteminde yarattığı tahribatın en ağır faturası 1990 sonrası kuşaklara kesilmiştir. Aslında, en doğru ifade ile, bu kuşaklar için emeklilik hakkı, fiili olarak ortadan kaldırılmıştır. Geciçi güvencesiz çalışma biçimlerinin gittikçe yaygınlaştığı var olan durumda emekli olmak için gerekli koşulları sağlayacak düzenli işler yoktur. Bir şekilde emeklilik mertebesine ulaşma şerefine nail olacak olanların ise, hak kazanacağı emeklilik maaşı ile maddi yaşamlarını sürdürmesi mümkün değildir.   

Ken Loach’un 45 Ruhu (The Spirit of ‘45) belgeselinde, sözlü tarih çalışması yapılan kişilerden biri, sosyal kapitalizm için, “Anka kuşuna benziyor, herkes duymuş ama hiç kimse görmemiş” benzetmesini yapıyor. Aynı benzetmeyi, Türkiye’de, 1990 ve sonrasında dünyaya gelen kuşakların emeklilik hakları için yaparsak, abartmış olmayız. 

Bu konuyu ne zaman nerede bahse konu etsem, “Peki bu durum değişmez mi, başka bir siyasal iktidar gelse bu durumu değiştirmez mi?” sorusuna muhatap oluyorum. Elbette ortada değişmez, mutlak bir durum yoktur. Var olan tablo, 1980’lerden beri iktidara gelen siyasal iktidarların ortak eseridir. Dolayısıyla mevcut ya da müstakbel iktidarların durumu değiştirmesini ummak boşunadır. Çözüm sınıfsal mücadele ile olur ya da, bir gün, Anka kuşunu görebilmenin hayali ile avunup dururuz.



[1] Michael Burawoy, “Yeni Liberalizm ve Toplumsal Hareketler (Neo-liberalism and Social Movements)”, https://www.youtube.com/watch?v=N4acGTVKm04, Erişim tarihi: 6.3.2021.

[2] Metin Özuğurlu, “İşsizlik üzerine notlar 1”, 30.07.2020, https://www.birgun.net/haber/issizlik-uzerine-notlar-1-310089. 

[3]Neyse ki, konunun doğrudan muhatapları, işsizliğin, bireysel değil, yapısal bir sorun olduğunun gayet iyi farkındadır. Genç İşsizler Platformu, “Biz Kimiz?”, https://gencissizler.org/hakkimizda/, Erişim tarihi: 7.3.2021.

[4] Eurofound and International Labour Organization (2019), Working conditions in a global perspective, Luxembourg: Publications Office of the European Union, p. 27.

[5] Selwyn Benjamin (2017), The Struggle for Development, Cambridge: Polity Press, p.2-4.

[6] Tülay Arın (2013), “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Fonlarının Açıkları: Liberal Sosyal Güvenlik Rejiminin Çelişkileri ve İflası”, Kriz, Devlet, İktisat ve Sosyal Güvenlik Politikaları –Seçilmiş Yazılar içinde, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, s. 323-339.




İlgili Makaleler

Başa dön tuşu