Salgın koşullarında uzaktan eğitim ve eğitim emekçilerinin sorunları – Orkun Saip Durmaz
Covid-19 salgını halk sağlığını bu denli güçlü bir biçimde tehdit ederken, toplu ve sürekli olarak bir arada bulunan yerlerin başında gelen okullarda -ve üniversitelerde- yüz yüze eğitime ara verilmesi ve bu süre zarfında ortaya çıkan sorunların uzaktan eğitim aracılığıyla telafi edilmeye çalışılması normal karşılanmalıdır. Dolayısıyla uzaktan eğitimin bir ara formül minvalinde devreye girmesinde bir sakınca yok. Ancak buradan hareketle olan-bitene razı olmamamız, dahası, “yüz yüze eğitim olmadan da oluyormuş” yanılsamasına kapılmamamız gerekiyor. Çünkü uzaktan eğitimin pandemiden bağımsız olarak birtakım sorunlar barındırdığını, üstelik bu sorunların salgın koşullarında daha da derinleştiğini biliyoruz. Bu sorunları aşağıda etraflıca ele almaya çalışacağız. Ancak sorunların tamamının bir şekilde beslendiği ana kaynaktan bahsetmezsek eksik bir değerlendirme yapmış oluruz. Uzaktan eğitim uygulamasının toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten -ve hatta derinleştiren- işlevlerini sorun etmeyen, en azından önceliği bu olmayan bir hükümet ve YÖK tercihiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek durumundayız. Peki pratikte ne gibi sorunlar yaşanıyor? Şimdi de o sorunları masaya yatıralım.
***
Birinci ve en temel sorun, tüm emekçilerin -dolayısıyla eğitim emekçilerinin de- anayasal ve kazanılmış haklarını tasfiye etmek suretiyle onları modern kölelere dönüştüren bir emek rejiminin varlığıdır. Burjuvazi salgın koşullarının getirdiği kriz ortamını fırsata çevirmiş ve çok kısa bir süre zarfında -emek süreci kuramcısı Burawoy’un tabiriyle ifade edelim- bir tür hegemonik despotizm inşa etmeye başlamıştır. Kuşkusuz bu durum uzaktan eğitimle sınırlı bir soruna işaret etmez. Ancak uzaktan eğitime nasıl bir emek rejiminde geçildiğini bilmek sorunları anlamanın gerek şartlarından biri olduğundan bu tespiti yapmak durumundayız. Salgın koşullarında oluşan yeni emek rejiminin bazı unsurları ise emekçinin işsizlik deneyimi veya korkusu, kısa çalışma ödeneğinden yararlanma koşullarının Türkiye’deki istihdam gerçeğinin çok uzağında olması ve elbette işverene çalışanını ücretsiz izne çıkarma yetkisi verilmesi olarak sıralanabilir.* Özellikle özel öğretim kurumu çalışanı bir öğretmenseniz yeni emek rejiminin bu üç unsurundan birini mutlaka deneyimlemek zorunda kalmışsınız demektir. Her üç durumda da eğitim emekçisinin kayda değer bir gelir kaybı yaşadığını ise sanırım söylemeye dahi gerek yok. Bir diğer ifadeyle, özel öğretim kurumunda çalışan bir eğitim emekçisinin salgın öncesinde tabi olduğu -aslında pek de hayırhah olmayan- koşullarda istihdam edilmeye devam etmesi o emekçi için müthiş bir imtiyaz haline gelmiştir artık. Eğitim emekçisi uzaktan eğitimden kaynaklı sorunlarla yüz yüze gelmeden önce despotik bir emek rejiminin yarattığı cenderenin içerisinde ve uzaktan eğitimle de o cenderenin içindeyken tanışıyor aslında.
İkinci temel sorun ise salgınla mücadele sürecinin net bir yol haritasına göre yönetilmemesi ve eğitim emekçisinin sağlığının korunmamasıdır. MEB’in okulların açılması veya kapanması ile ilgili aldığı kararların bilimsel ölçütlerden ziyade kamuoyunda oluşan tepkilere göre sürekli değişmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan belirsizlikler sürecin planlı-programlı bir biçimde yönetilmediğinin en açık kanıtları arasındadır. Dahası, plansızlığın yarattığı tek sorun belirsizliklerden ibaret de değildir. Covid-19 çok hızlı yayılan ve tehlikeli bir hastalık olmasına karşın, 2020-21 eğitim öğretim yılının başında yüz yüze geçme niyetiyle yola koyulan MEB’in “bir öğrenci pozitif çıkarsa eğitime devam edilir”, “öğretmen pozitif çıkarsa, maskeyle sınıfa gelip ders verir” gibi kararlarını kime ve neye göre aldığını anlamak mümkün değildir. Bu kararların insan sağlığını tehlikeye atan boyutlarını ise dillendirmeye dahi gerek yok. Sürecin yönetilmesiyle ilgili belirsizliklerin yol açtığı bir diğer sorun ise veli-öğretmen ilişkisine yapılan olumsuz ve bir o kadar da gereksiz müdahalelerle alakalıdır. Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz Güz döneminde yüz yüze eğitime geçme kararı aldığında çocuklarını okula gönderip göndermemenin velinin inisiyatifinde olduğunu açıklamıştı. Ancak sonra, veliler “okullarda yüz yüze eğitim veren en az bir grubun olması gerektiği” gibi bir dayatmayla karşılaştılar. Özetle, il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri okul yönetimleri üzerinde baskı kurup, onlardan, velileri çocuklarını okula göndermeleri konusunda ikna etmelerini istediklerinde, okul yönetimleri de bu baskıyı kaçınılmaz olarak velilere yönlendirdiler. Üstelik bu baskının faturası sadece okul yönetimlerine ve velilere değil, sınıf öğretmenlerine de çıkarılıyordu. Eğer okulda yüz yüze eğitimin yapıldığı bir grup yoksa -yani, yeterli sayıda öğrenci yüz yüze eğitime katılmamışsa- öğretmenlerin derslere yine de okuldan devam etmesi gerektiğine dair zorlama bir karar da alınmıştı. Böyle gerilimli ortamlarda veli-öğretmen-okul yönetimi ilişkisinin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi ya da öğrencinin bu gerilimden etkilenmeden derslerine devam etmesi hayal dünyasında yaşayanların bir tasarrufu olabilir ancak.
Derinleşen sömürü ilişkilerinin kıskacında bir çalışma hayatı
Bir ilk veya ortaöğretim kurumunda ya da üniversitede çalışan eğitim emekçisi uzaktan eğitimle tanıştığında ise başka bir takım sorunlarla karşı karşıya kalıyor: Bunları da genel olarak iki başlık altında sınıflandırabiliriz: Sömürünün artması ve emek sürecinde maruz kalınan yabancılaşmanın yoğunlaşması. Kuşkusuz eğitim emekçilerinin bu iki sorunu benzer biçim ve derecelerde tecrübe ettiklerini söyleyemeyiz. Sömürünün artması esas itibarıyla özel öğretim kurumları ve vakıf üniversitelerinde söz konusu olan bir durumken, yabancılaşma eğitim emekçilerinin hemen hepsinin deneyimlediği bir soruna karşılık gelir. Bu detayı da ifade ettikten sonra sorunları daha ayrıntılı biçimde ele almaya başlayabiliriz.
Sömürünün artmasından, öğretmenin ya da öğretim elemanının ücretinin ödenmemesi veya eksik ödenmesi gibi hak gaspları aracılığıyla gelir kaybına maruz bırakılmasını, bir başka ifadeyle de, eğitim emekçisinin bedeli ödenmemiş emeğinin -salgın öncesine kıyasla- artmasını kastediyoruz. Sömürünün salgın koşullarında hangi araçlarla derinleştiğine gelince, bu araçların bir kısmının -yukarıda ifade edilen- ücret ödememe/eksik ödeme gibi angarya uygulamalara tekabül ettiğini, diğer kısmının ise dijital ortamda eğitim hizmet üretimi için gerekli materyallerin temini ve kullanımı noktasında düğümlendiğini, sonuç olarak da, eğitim emekçisinin önüne iki yönlü bir sorunlar yumağı bırakıldığını söyleyebiliriz. Salgın koşullarında kurumların -devlet kurumu ya da özel işletme olması fark etmiyor- alt-yapı hazırlama zorunluluğu yokmuş gibi davranılmakta; akademisyen ve öğretmenlerden kendi bireysel imkanları aracılığıyla gerekli materyalleri temin etmeleri ya da dijital programları kullanmayı öğrenmeleri beklenmektedir. Somut örneklerle anlatmak gerekirse, bir tür bilgisayar olan grafik tablet, gündeminde dahi yokken bir matematik öğretmeni için birden bire zorunluluk haline gelebilmektedir. Bu yeni masraf kaleminin emekçinin kendi tercihi olmayan yapısal bir değişiklik yüzünden ortaya çıktığı aşikarken kurumların sorumluluk alması makul bir durum değildir. Değişen şartların beraberinde ders materyallerinde de değişikliklere yol açması aslında normal bir durum olmakla birlikte, eğitim-öğretimin kamusal bir hizmet, öğretmenin de kıymetli bir kamu hizmeti icracısı olarak görüldüğü normal koşullarda bu tür yeni gider kalemlerinin çalışanın gelirlerinden değil, kurumun bütçesinden karşılanması gerekir. Ama gelin ki o normal koşulların çok uzağında kalan bir eğitim-öğretim sistemimiz var. Türkiye’de özel öğretim kurumunda çalışan eğitim emekçilerinin aylık maaşlarını bile düzenli alamadıkları ve bu durumdan kaynaklı kurumların herhangi bir yaptırımla karşılaşmadıkları düşünülecek olursa, bu masraf kaleminin de öğretmenin sırtına yüklenmesinde şaşılacak bir şey yok maalesef! Dahası, eğitim emekçilerinin salgın koşullarında sadece ekstra harcamalar yoluyla değil, iş tanımlarında olmayan ek işlere koyulma zorunlulukları dolayısıyla da sömürüldüklerini ifade edebiliriz. Bir başka deyişle, öğretmen/öğretim elemanı hem kendi cebinden arttırarak satın aldığı materyali kullanmayı kendi başına öğrenmek; hem de yüz yüze öğretime uygun olarak hazırlanmış müfredat ya da ders planlarını uzaktan eğitim uygulamasına -yine kendi çabasıyla- uyarlamak zorunda bırakılmaktadır. Bütün bunlar salgın koşullarında öğretmenin/öğretim elemanının olağan işiymiş gibi normalleştirilmiş durumda. Buradan hareketle, eğitim emekçisine yeni işler yüklendiği, üstelik o işler için herhangi bir ödeme yapılmadığı, dolayısıyla da neo-liberal çalışma rejiminin bir özelliği olan mutlak sömürü koşullarının hızla derinleştiği tespitini yapabiliriz. Durum buyken, yani en temel özlük hakları yok sayılırken, çalışma hayatını denetlemesi gereken Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının ise -amiyane tabirle- kulağının üzerine yatan bir anlayışla, bırakın işvereni cezalandırmayı, konuyu gündeme dahi getirmediğini görüyoruz. Bir anlamda devlet, işvereni ürkütmemek adına, çalışanın ezilmesine dolaylı bir onay vermekte, kendi koyduğu kuralların çiğnenmesine ses çıkarmamaktadır. Tam da yeri gelmişken bu tür sorunların özel sektörle sınırlı olmadığını da hemen ekleyelim. Kamucu mantığın tasfiyesi -ya da en azından gerilemesi- devlet okulları/üniversiteleri için de güncel ve ciddi bir tehlike olarak yanı başımızda belirmiştir. Uzmanlık gerektiren bir iş olan dijital içerik geliştirmeyle alakalı olarak kamu çalışanı olan öğretmenlere hizmet içi eğitim ya da teknik destek verilmediği bilinmektedir. Devlet üniversitelerinde de aynı sorunun olduğunu, öğretim elemanlarının birbirlerine deneyim aktararak günü kurtarmaya çalıştığını, çoğu zaman da -sanki böyle bir iş tanımı varmışçasına- “bu işlerden anlayan” araştırma görevlilerinin teknik bir personelmişçesine çalıştırıldığını son not olarak eklemek suretiyle bu bahsi burada kapatalım.
Esnek istihdam modellerinin meşrulaşmasıyla ortaya çıkan sorunlar da bir biçimde sömürünün artması sonucunu doğurduğu için bu bağlamda değerlendirilebilir. Uzaktan eğitime geçilmesiyle birlikte mesai saatlerinin esnetildikçe esnetildiği müthiş bir kuralsızlaşmayla karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Türkiye burjuvazisinin esnekleşme sevdası düşünüldüğünde, geçici gibi görünen bazı uygulamaların pandemi sonrasında kalıcı hale gelmesi hiç de ihtimal dışı değildir. Bugün itibarıyla eğitim emekçilerinin deneyimlediği en önemli esnekleşme pratiğini ise çalışma yaşamı ile çalışma dışı yaşam arasındaki ayrımın (iş-yaşam dengesi) kaybolması olarak tarif edebiliriz. En temel insan hakları arasında olan dinlenme hakkı ile çalışma hakkının iç-içe geçtiği koşullarda, özellikle de küçük çocuğu olan öğretmen ya da öğretim elemanlarının kendilerine ya da ailelerine zaman ayırabilmeleri artık çok zor. Eğitim emekçisinin nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesinin neredeyse imkansız olduğu bir keşmekeş içerisinde hayatına devam ettiğini söyleyebiliriz. Uzaktan eğitim koşullarında esnekleşmenin çalışanın dinlenme hakkını gasp ettiği çok açık. “Müşteri her daim haklıdır” düsturu ile hareket eden okul ve üniversite yönetimleri olduğunu tahmin etmek güç değil. Ayrıca öğretmeni kamu hizmeti veren bir çalışan olarak değil de, kendisinin her türlü ihtiyacını karşılamak zorunda olan modern bir köle olarak gören veli ve öğrenci modelleri de maalesef bize pek yabancı değil. Zamanlı zamansız açılan telefonlara “müsait değilim” bile diyemeyen bir eğitim emekçisinin ideal tipoloji olarak kodlandığı günümüz koşullarında, öğretmenin 7/24 çalışmaya hazır ve nazır bir köle olarak görüldüğü acı bir gerçek olarak yanı başımızda durmaktadır.
Uzaktan eğitim ve yabancılaşma
Eğitim emekçisinin uzaktan eğitim sürecinde maruz kaldığı sorunlardan bir kısmının yabancılaşma temelli olduğunu ifade etmiştik. Yabancılaşma mefhumundan, öğretmenin ya da öğretim elemanının kendi emek sürecini kontrol edememesini ya da öznenin, işin (ders verme eyleminin) belirleyicisi olmaktan çıkıp sıradan bir parçası haline dönüşmesini kastettiğimizi hemen belirtelim ve meseleyi olguların yardımıyla detaylandırmaya çalışalım. En genel anlamıyla uzaktan eğitim programları, içerikleri ne olursa olsun, öğretmen/öğretim elemanı ile öğrenciler arasında gerçek bir ilişki/temas olmadan da eğitim hizmetinin verilebileceği iddiası üzerine inşa edilir ve bu inşa sürecinin temelinde öğretmenin/öğretim elemanın dijital bir ortamda sınıf mefhumunu yeniden yaratabileceği varsayımı yer alır. Bir başka ifadeyle, eğitim emekçisine geleneksel mekan ve alışkanlıklardan tamamen bağımsız bir ortamı yaratma görev ve sorumluluğu verilir. Oysaki bu durumun eğitimin doğasına aykırı olduğu ve ciddi bir gerçeklik sorunu yarattığı söylenebilir, zira öğreten ile öğrenen arasındaki doğrudan iletişim eğitime ilişkin bir detay ya da lüks değil, aksine eğitimin olmazsa olmazlarındandır. Hal böyleyken, EBA TV gibi, dolaylı iletişim kanallarının dahi kapalı olduğu ve öğretmenin inisiyatif alamadığı platformlara dayanılarak sağlıklı bir örgün eğitim planlaması yapmak mümkün değildir. Dahası pek çok ebeveyn, kapsayıcı sosyal politikaların eksikliği nedeniyle, pandemi koşullarında çalışmak zorunda kaldığından çocuklarıyla yeterince ilgilenememektedir. Böyle bir durumda, yani öğrencilerin derslere katılımı bile şüpheliyken, ideal bir eğitim sürecinden bahsetmek imkansızdır. Dolayısıyla uzaktan eğitim yol açtığı sorunlardan önce bizzat kendi varlığıyla bile yabancılaştırıcı bir doğaya sahiptir. Doğrudan iletişimin dışında eğitim hizmetlerinin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için gerekli olan bir diğer unsur ise eğitimin kolektif niteliğidir. Uzaktan eğitimde ise eğitimin kolektif niteliği gibi bir şeyden bahsedilemez. Çünkü öğretici ile öğrenen arasındaki ilişki sınıf nosyonundan ne denli uzaklaşır ve bu ilişki ne kadar uzaktan kurulursa eğitim de o denli bireysel bir ilişkiye dönüşür. Bu, modernitenin en önemli kazanımlarından biri olan kolektif nitelikli eğitimden vazgeçildiği ve eğitimin toplumsal imtiyazlara göre planlandığı modernite öncesi dönemlere dönüldüğü anlamına gelir. Kaldı ki bu durumun kaçınılmaz sonucu, öğrencinin öğretmeniyle bireysel ilişki kurabilmesinin öğrenciye tanınan bir imkan olmaktan çıkıp öğrencinin ayrıcalığı öğretmenin ise mecburiyeti haline gelmesidir. Öğretmene gece yarısı atılan ve anında yanıtlanması istenen mesajlar, velinin ya da öğrencinin niyetinden bağımsız olarak, tam da o mecburiyeti anlatır.
Aynı meselenin teknik boyutlarına gelince şunlar söylenebilir: Ebeveynlerin dersi enformel bir biçimde takip etme durumu öğretmenin çalışma özerkliğini ve sınıfta otorite olma durumunu çok açık bir biçimde baltalar. Öğretmenin/öğretim elemanının özerkliğini azaltan bir başka uzaktan eğitim pratiği ise hemen her sistemde derslerin kayıt altına alınıyor olmasıyla alakalıdır. Yüz yüze eğitimde kayıt almanın her türlü biçimi yasaklanmışken, uzaktan eğitimde ders kayıtlarının bir ders materyali gibi kullanılması bireyi yabancılaştırıcı etkisinin yanında ciddi bir mahremiyet ihlaline yol verildiğinin de ispatıdır. Böylesine anti-demokratik bir denetim (aslında gözetim) uygulamasının normal karşılandığı bir ortamda öğretmen ya da öğretim elemanın özgür bir biçimde ders işlemesini beklemek ise hayalcilikten başka bir şey olamaz. Eğitim emekçisinin uzaktan eğitim sürecinde emek süreci üzerindeki kontrolünü yitirdiğinin bir diğer göstergesi ise bazı öğrenci davranışları aracılığıyla daha iyi anlaşılabilir. Öğrencinin derse katılmama gerekçelerinin ne ölçüde gerçek olduğunun öğretmen/öğretim elemanı tarafından doğru tespit edilebilmesi uzaktan eğitim söz konusu olduğunda pek mümkün gözükmemektedir. Pek çok öğrencinin elektrik veya internet kesintisi ya da kamera veya mikrofonun çalışmaması gibi teknik sorunları gerekçe göstermek suretiyle derse katıl(a)madığı bilinmektedir. Dahası benzer sorunlar başarı durumlarının ölçümü esnasında da ortaya çıkmakta, bazı öğrenciler ödev gibi yükümlülüklerini yerine getir(e)mediklerinde sistemden kaynaklanan teknik aksaklıkları işaret etmektedirler. Yüz yüze eğitimde benzer gerekçelerle karşılaştığında durumu meşru bir otorite olarak kontrol etme hakkına ve imkanına sahip olan öğretmen ya da öğretim elemanın uzaktan eğitim sürecinde böyle bir -hakkı olsa da- imkanının olmadığını tespit etmek durumundayız. Kuşkusuz bu tür bir otorite noksanlığı, sadece yabancılaştırıcı etkilerinden ötürü değil, öğrencinin öğrenebilmek için gerekli olan pratikleri yap(a)maması anlamına geldiğinden de büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bir diğer anlatımla, eğitimin amacı olan bilgi aktarımı ve öğrenme süreçleri sekteye uğramakta, sosyolojik sorunların yanına pedagojik sorunlar da eklenmektedir.
Üniversitelerde öğretim elemanına dayatılan bir takım tuhaf uygulamalar ise bir yandan üniversite yönetimlerinin çalışanlarına olan güvensizliğini açığa çıkarırken, diğer yandan ise, bir önceki örnekte olduğu gibi, pedagojinin gereklerinden uzak bir yönetim anlayışını gözler önüne sermektedir. Yüz yüze eğitim sürecinde böyle bir şey söz konusu dahi değilken, uzaktan eğitimde öğretim elemanlarından tez öğrencileriyle önceden belirlenmiş bir ders saatinde görüşmelerini talep etmek, dahası, öğrenci derse katılmamış olsa dahi öğretim elemanının kameranın önünde 15-30 dk. beklemesini istemek ve bunu yapılacak ek ödemeler için şart koşmak irrasyonel ve angarya uygulamalar olduğu kadar pedagojinin gerekleriyle de taban tabana uyumsuz örneklerdir.
***
Sonuç yerine
2019 yılı biterken ortaya çıkan yeni tip koronavirüs, 2020 yılı boyunca insanlığın temel dertlerinden biri oldu. Bu büyük derdin 2021 yılında da devam edeceği ise neredeyse kesin. Sağlık ve çalışma hayatı gibi eğitim de pandeminin doğrudan etkilediği alanlardan biri ve bu alanda yaşanan sorunların tetkiki, teşhisi ve nihayet tedavisi hemen herkes için bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. Pandemiden kaynaklanan sorunlar bir yandan öğretmen ve öğretim elemanlarını diğer yandan ise ebeveynleri ve her yaştan öğrenciyi doğrudan etkilemektedir. Bununla birlikte, pandeminin herkesi aynı derecede etkilemediğini, etkinin bireyin sınıfsal konumuna göre değiştiğini de biliyoruz. Uzaktan eğitimin niteliği bölgeden bölgeye, hatta aynı bölge içerisinde okuldan okula değişebiliyor. Eğitim, özellikle de kamusal eğitim, doğası gereği öğrenciler arasındaki sınıfsal eşitsizlikleri minimalize eden işlevsel bir araçken, günümüzde, bilgisayar, akıllı telefon ya da yeterli internet kotası olmayan öğrenciler için bırakın eşitsizliği azaltmanın aracı olmayı, aksine, eşitsizliği derinleştiren bir araç olarak işlev görüyor. Kamu okullarında ve üniversitelerinde dahi sosyal eşitsizlik örneklerine rastlanırken özel öğretim kurumlarında ve vakıf üniversitelerindeki eşitsizliklerin vardığı boyutun endişe ve korku yaratması gerekir. Ancak yönetenlerin nazarında böyle bir endişenin varlığından bahsetmek oldukça güç. Çünkü her şeyden önce kapitalist bir ekonomik düzenin öncelikleri arasında ne insan sağlığı, ne çalışma hakkı, ne de eğitim var. Türkiye özelinde ise, hemen her toplumsal sorunda olduğu gibi, uzaktan eğitim konusunda da geleceğe dönük iyimser bir projeksiyon tutmanın mümkün olmadığını sarih bir şekilde görebiliyoruz. Bir diğer ifadeyle, sıklıkla görmezden gelinmesine karşın, uzaktan eğitimle ilgili olarak ne yeterli bir teknik alt-yapının varlığından ne de planlı-programlı bir süreç işletildiğinden bahsedilebilir. İşverenlerin suç teşkil eden fiilleri salgın koşullarında hızla artarken, bu fiiller hala görmezden geliniyor. Yüz yüze eğitim koşullarında ortaya çıkması mümkün olmayan çok sayıda meslek hastalığı bugün itibarıyla öğretmenler ya da öğretim elemanları için olağan sağlık sorunlarına dönüşmüş durumda. Göz kızarıklıkları, görme bozuklukları, sürekli olarak bilgisayar ortamında iş yapmaktan kaynaklı ve etkileri uzun vadede görülebilecek radyasyona maruz kalma gibi risklere karşı MEB ve YÖK tarafından ne gibi önlemler alındığı ise koskoca bir muammadan ibaret!
* Kamuoyunda işten çıkarma yasağı olarak bilinen yasal düzenlemeye ilişkin çok önemli istatistiki veriler de içeren detaylı bir değerlendirmenin haberi için bkz: https://www.evrensel.net/haber/404527/doc-dr-aziz-celik-isciye-1450-tl-odeme-oldukca-dusuk-fonda-yeterince-kaynak-var (Son erişim: 14 Ocak 2021). Yeri gelmişken bir hususun daha ifade edilmesi gerekir: İktidar çevrelerinin öne sürdüğü gibi gerçek anlamda bir işten çıkarma yasağının olmadığını söyleyebiliriz. İşten çıkarma yasağı olarak bilinen düzenleme, 4857 Sayılı İş Kanununun 25/II maddesinde düzenlenen “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan hallerde” işverenin derhal fesih hakkını saklı tutmuştur. İlk bakışta normal bir istisnaymış gibi görünse de, pratikte bu istisnanın işverenlerce kötüye kullanıldığını -mesela sendikalaşan işçileri işten atmanın kılıfı olarak kullanıldığını -gösteren pek çok örnek mevcuttur. İki ayrı örnek olay için bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sendikalasan-isciler-isten-cikarildi-ulkenin-anayasasi-altinda-1797109 (Son erişim: 14 Ocak 2021) ve https://www.gazeteduvar.com.tr/ptt-iscileri-direnis-baslatti-mudure-amire-ve-taseron-sirketlere-karsi-hakkimiz-var-haber-1506796 (Son erişim: 14 Ocak 2021).