Katliam Yasası Meşru Değildir! İnsan Hakları ve Doğa Hakları İkileminden Çıkmalıyız!- Nejla Kurul (Tıp Dünyası Dergisi)
Derin ekoloji ile düşünmek ve eylemek
Siyasal iktidar, katliam yasasını çıkarmak üzere hamlelerini birbiri ardına sıraladı ve yasayı TBMM’den geçirdi. Bu süreçte iktidar yürüttüğü propaganda ile kamuoyunu insan merkezci düşüncenin, çok da yatkın olduğu bir ikileme sürükledi. “Ne yani, zarar gören çocukların, kadınların, insanların hakları dururken sokak hayvanlarının haklarını mı savunacağız?”
Siyasal iktidarın ideolojisi, “insan en değerli varlıktır” diyen, doğanın karşısında insana üstünlük, ayrıcalık, “efendi olma hali” tanıyan bir yaklaşımla örtüşmektedir. Öte yandan İslami düşüncede hayvanları koruyan açıklamalar da bulunmasına karşın “insanın hakları mı yoksa hayvanın hakları mı” ikileminde bir hiyerarşi kurulmakta ve insan, derhal varlıkların cins ve tür hiyerarşisinde en üste yerleşmektedir. Tartışma içeriğinin en zayıf olduğu bu ikilem, edilgin, dolayısıyla tepkisel etkilenişlere, yanıtlara yol açan en düşük bilme düzeyidir. Bu düzey “yeterince düşünmüyoruz!” halini doğrular niteliktedir. İnsanlar öfke ile kendilerini insan merkezci yaklaşımın içine kolayca dahil ediverirler. Böylece sorun çözülmüş, katliam yasasına onay/destek verilmiş olur.
Peki daha ileri, daha derin bir bilgi düzeyine doğru yol alırsak şu soruyu sorarak başlamalıyız kanımca. Hem insanların hem de insan olmayan varoluşların yaşam hakkını sağlayacak bir yaklaşım söz konusu olamaz mı? Yani yukarıdaki görüşün aksine kendimizi bu ikilemden kurtararak birlikte yaşamanın yollarını bulamaz mıyız? Düşünürler ve ekoloji savunucuları bu sorunun yanıtını, uzun uzun, derin derin düşünmüşlerdir.
Bu düşünürlere göre gelmekte olan toplumun/şehrin insanı, doğa ile ilişkiler karşısında “dediğim dedik ve başına buyruk bir efendi değildir.” Doğa milyarlarca yıl alan kimyasal ve biyolojik evrimle oluşmuş karmaşık bir üretim örüntüsüdür. Bu nedenle insanlık “Benden sonra tufan!” diyemez. Okullar ve tüm öğrenme alanlarının temel görevlerinden biri, insanı uzağı görmek ve doğanın bilincini fark ettirmek olmalıdır. Bu şehirdeki uygarlık doğa ile barışarak ilerlemelidir. Okullar, toplumsal tarihimizi doğanın tarihinin bir bileşeni olarak gören daha derin bir tarih bilincini öğrencilerle paylaşmanın yollarını aramalıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun, ortak topraklardaki dağlar, ormanlar, dereler, ovalar ve ortak denizlerdeki yunuslar, balinalar ve balıklarla, öğrenci ve öğretmenlerin ilişkisi bir barış ilişkisidir. Doğa karşısında kapitalizmin suçları ile yüzleşen çocuklar ve gençler, bunların bir kez daha yaşanmamasını sağlayacak bir pedagojik bir yaklaşımla bilinç kazanırlar.
Callenbach’ın Ekotopya’sını okuyanlar[1], doğayla birlikte insanlığı da bir yıkıma sürükleyen kapitalizmin, etik olmayan ahlakçı anlayışın, erkek egemen düzenin ciddi eleştirisi ile karşı karşıya kalırlar. Ekotopya’yı ziyaret eden gazetecinin gözlemlerine göre resmi bir eğitim programının bulunmadığını görürler. “Ekotopya okulları daha çok çiftliğe benziyor”. Ekotopyalı bir öğretmenden alıntı sosyo-ekolojik bir toplumda eğitime yaklaşımı çarpıcı biçimde anlatıyor: “Tabii, biz biyoloji çağına atladığımızdan. Sizin okul sisteminiz hala fizik ağırlıklı. Okullarınıza tamamen hapishane atmosferinin hâkim olmasının sebebi de bu. Bu havayla herhangi bir şeyin gelişmesini sağlayamazsınız.”
“Ekotopya’da on yaşındaki bir çocuk, gözlediğim kadarıyla bir barınağın nasıl yapılacağını, yiyeceklerin nasıl yetiştirilip toplanacağını, basit elbiselerin nasıl dikileceğini, hem kendi okulları civarındaki hem sırt çantalarıyla çıktıkları gezilerde keşfettikleri alanlardaki yüzlerce tür bitki ve hayvanın nasıl yaşadığını biliyor. Dikkat çekilebilecek başka bir nokta da Ekotopyalı çocukların birbirleriyle bizdeki büyük, kalabalık, disiplin delisi okullardaki çocuklardan daha iyi ilişki kurmaları; belli ki kendi hayatlarının akla uygun bir düzen ve yönelimle nasıl düzenleneceğini iyi öğreniyorlar. Yani ilk başta kaotik ve düzensiz görülmekle beraber, Ekotopya okulları çocukları toplum hayatına hazırlamayı iyi başarıyor.”
Arne Naess ve diğer düşünürler derin ekoloji kavramını yaratmışlardır. Bu düşünürler, genel olarak doğaya yaklaşırken sekiz temel ilkeyi dikkate almamızı önermektedir:[2] İlk olarak yeryüzündeki canlı ve cansız her şey kendinde değerlidir.” diyerek bizi insan merkezli düşünceden uzaklaşmaya çağırırlar. İkincisi ekosistemin tamamıyla değerli olduğunu kabul edip, başka türlerin sürdürülmesini önerirler. Üçüncü ilkede insanları, yaşamı için gerekenleri doğadan uygun yollarla karşılamaya, sade yaşamaya, bunun ötesinde doğayı yok etmemeye çağırırlar. Dördüncü ilke; ekosistemdeki tüm yaşamın dengeli olmasını anlatır. İnsan nüfusunun artışını çevre sorunlarının tek nedeni olarak göremeyiz, kişi başına düşen tüketimin artması, ekilebilir arazilerin kötü kullanımı, savaşlar ve yanlış politik kararların da nüfus artışında önemli payı vardır. Beşinci ilke; pek çok kişinin, insanın çevreye aşırı müdahale ettiğini kabul etmesidir. Altıncı ilke; yapılacak değişikliklerin ekonomik, teknolojik ve ideolojik kurumları etkileyeceğini öne sürer. Yedinci ilke; yaşamın niteliğinin önemine vurgu yapar, yani ekonomistlerin kullandığı yaşam standardı ölçüsünün yerine sosyal, psikolojik ve ekolojik iyiliği sağlamayı koyar. Burada önemli olan nicelik değil niteliktir. Sekizinci ilke; insanların derin ekoloji ilkelerini kabul etmeleriyle çok büyük değişikliklerin yaşanacağını ifade eder. Kısaca derin ekoloji bakışıyla ekonomik yararlarının ötesinde doğayı savunma, onun varoluşunu, anlamını, değerini olumlama yönündedir. Doğayı sadece madde ve yarar olarak görmeyi bırakmamız, onu sevmemiz, önemsememiz önerilir. Sevgi politiktir.
Sevgisiz katliam yasası çıkarken ne yaşadık?[3]
AKP ve MHP iktidar bloğuna göre sokak hayvanları sorunu yeni çıkan yasa ile çözüme kavuştu. Tartışmalı kavramlar, uygun olmayan fikirler, bakış açısındaki sığlıklar… Katliam yasası, sokakta yaşayan hayvanlar için olduğu kadar yaklaşım biçimiyle büyük toplumsal risklerin işaretini veriyor. İfade problemleri ile dolu bir yasadan söz ediyoruz! Ya o, ya da bu! Başka türlü olamaz! Başıboş hayvanları ya sahipleneceksiniz ya da öldüreceksiniz, yasanın deyişi ile ötanazi yapacaksınız! Başıboş oluştan nasıl da ürküyorlar! Başı bağlamayı çok seviyorlar. Düşünmeye gereksinme yok! Kes ve at, bitir işi! Nokta. Virgüller yok, çizgiler yok, düşünce ve duygu akışları için konuyu zaman içinde tartışmaya gerek yok!
Oysa hayvanlarla insanların aynı kentte birlikte yaşamasına dair ne çok şey yapabiliriz! Bu durumda şöyle konuşurduk: “Bunu da yapabilirdik, hâlâ yapabiliriz. “Şöyle yapabiliriz” Hatta, “Bu da olur, peki ya bunu denesek!”, “Peki şu nasıl olur?”, “Siz ne düşünürsünüz?”, “Buna ne diyorsunuz!”
Demokratik süreçler böyle işler! Ama hayır, siyasal iktidara göre ve, ve, ve’ler yok, ya o, ya da bu var! Her şeyi “bilen” ancak çok sık yanılan, devasa problemler doğuran bir iktidar var karşımızda!
Yalnız yaşayan kadınların sahiplendirilmesi!
Yasada hayvanlar kabaca ikiye ayrılıyor. Sahipli ve sahipsiz hayvanlar. Sahiplik üzerinden yapılan bu sınıflandırma türcü. Hayvanlar için başka bir kip yok! Güç, hız, yoğunluk… Bunlar yok! Cumhur İttifakı bileşenlerinden HÜDA-PAR’ın seçim vaadini anımsatıyor, hayvan katliamı yasası ile bu kadar mı benzer olur cümleler! HÜDA-PAR seçim vaadinde “Yalnız kadınların sahiplenilmesi” mekanizmalarına fon bulmayı vaat ediyordu: “Varisleri olmayan veya bulunamayan kişilerin bıraktığı miras, devlet hazinesine değil fakirlere bırakılmalı veya sadece fakir gençlerin evlendirilmesi, yalnız yaşayan kadınların sahiplenilmesi ve yetimlerin bakımı gibi konularda kullanılmak üzere oluşturulacak bir fona devredilmelidir.”
Berrin Sönmez bu dar kafalılığa gereken cevabı vermişti. Ancak şimdi başka bir mağdur bulundu; sokakta yaşayan sahipsiz, yani başıboş hayvanlar, özellikle köpekler. Ancak bu denetim ve gözetim fikri hedef değiştirebilir, hayvanlardan, yeniden kadınlara, hatta göçmenlere, başıboş gözüken herkese gelebilir. Kuşkusuz daha tehlikeli bir başıboşluk var, ancak onlara iktidarın gücü yetmiyor: Milyonlarca işsiz var; ne eğitimde ne de istihdamda olan milyonlarca genç!
Sokakta yaşayan çocukları yok eden zihniyete ne demeli?
Sokakta ve evde yaşayan hayvanlara “çocuklar” diyoruz ya, birilerinin yasını asla tutmadığı çocukları akla getiriyor. Örneğin; bir zamanlar Brezilya zenginleri arasında, onları sokakta, arabalarında, evlerinde rahatsız eden sokak çocuklarının katledilmesini savunanlar bulunuyordu. Brezilya’da önce serbest dolaşan köpekler öldürüldü. Sonra katliamın hedefi çocuklardı, yası tutulmayan çocuklar, sokak çocukları. 1993 yılında Candelaria Katliamı denilen olayda polisler çoğu 5 ila 14 yaş arasında olan altmıştan fazla kimsesiz çocuğa uykudayken ateş açtı ve sekizini öldürdü. 2014 yılında Dünya Futbol Şampiyonası öncesinde yine kimsesiz çocuklar toplatıldı ve bazıları öldürüldü. Çocuk yoksulluğu neden var sorusu sorulmadan üretilen hoyrat ve nobran uygulamalar bunlar!
Türkiye’de katliam yasasının geçmesinin ardından Türkiye’nin farklı kentlerinden hayvan katliamı görüntüleri gelmeye başladı. Niğde Belediyesi’nin öldürülen hayvanlar için yaptığı “kanuna ve vicdana uygun” açıklaması tepki çekerken, Ankara’nın Altındağ ilçesinden de benzer videolar paylaşıldı. Hayvan hakları savunucuları, nasıl toplandığı ve öldürüldüğü bilinmeyen köpeklerin gömüldüğü alanları buldu. Hayvan hakları savunucularına göre, hayvanlar vahşi şekilde katledilmişler, parçalanmış köpek cesetleri bulunmuş. Hayvanlar, ayakları ve elleri bağlanmış şekilde öldürülerek çuvallarla çukura atılmış. Eski ve yeni çok sayıda çukur var.
Hayvanlara böyle davrananlar, nasıl olağan bir yaşam sürdürür? Hayvanların çığlığını nasıl unutur? Gördüklerini ve işittiklerini unutabilirler uzun erimde belki, ancak parçalanan hayvanların kokusu unutulabilir mi? Herkese açık bir biçimde yapılamayan her uygulama kanunun meşru olmadığını, vicdanın rahatsız olduğunu ortaya koyar. O nedenle gecenin sessizliğinde, uykuya dalan hayvanları avlamaya giderler, ‘hep bir gece ansızın gelmekten’ söz ederler.
Irkçılık, cinsiyetçilik, dincilik ve türcülük el ele!
Irkçılık, cinsiyetçilik, dincilik ve türcülük el ele dolaşıyor. Bu kavramlar ve çağrıştırdığı pratikler arasında benzerlikler var. Kendisinden başkasının yaşam hakkının olmadığı iddiasıyla yeryüzüne buz gibi gözlerle bakmak! Bir kişi salt kendi ırkının çıkarları lehine sistematik biçimde davranıyorsa ırkçıdır, zihni ve yüreği başka olana kapalıdır.
Salt kendi cinsiyeti lehine, özellikle egemen erkekler lehine tavır takınan bir kişi cinsiyetçidir. Salt kendi dini çıkarları lehine davranıyorsa kişi dincidir. Öteki olanı yok sayan, değer vermeyen, nefret eden ve yasını tutmayan kin, nefret ve hınç insanı vardır karşımızda. Türcü insanın bakış açısı, tüm doğal varlıkların insan için olduğuna inanır. İnsan olmayanların kendine yararı varsa yaşatır, bir yararı yoksa yok eder.
Ders kitaplarında hayvanlara nasıl yaklaşılıyor?
Peki ya insan olmayanlara, insana yarar sağlayıp sağlamadığına göre değer biçen türcü insan, köpek ve kedilerle karşılaştığında ne hisseder? Ders kitapları yetişkinler tarafından yazılıyor. Bu sorunun yanıtını ilkokul ders kitaplarına bakarak verebiliriz kanımca:
İlkokul 3. sınıf Hayat Bilgisi kitabının “Doğada Hayat” başlığının altında yer alan etkinlikler arasında bir soruya yanıt aranıyor: Bitkiler ve hayvanlar olmasaydı hayatımız nasıl olurdu?
Umut, “Bitkiler olmasaydı, meyve ve sebze yiyemezdik. Bu nedenle çok çabuk hastalanırdık” dedi. Fikriye, “Ağaçlar olmasaydı, dünyamız çirkin görünürdü” dedi. Buna hepimiz güldük. İrem, “Hayvanlar da hayatımız için çok önemlidir. Sağlıklı beslenmemiz için onlara ihtiyacımız var” dedi. “Ben et yemeden yaşayamam! Sözüne çok güldük. Bazı hayvanlar olmazsa süt içemeyeceklerini söylediler. Bazı arkadaşlarımız da “Bal olmadan kahvaltının tadı olmaz” dediler. Peki, bu konuda siz ne dersiniz? Hayvanlar ve bitkiler olmasa yaşayabilir miydik?
Cümlelerin duygu ve düş yaratmaksızın ilerleyişinde rahatsız eden bir şeyler var, ifadede katılık ve kapitalist bireyin “tüketici davranışı” hissediliyor. İlkokul üçüncü sınıf ders kitabından aktarılan bu alıntı bitkiler ve hayvanlara, yani dışımızdaki dünyaya bakışın genel geçer ifadesini ortaya koyuyor: İnsan merkezli bakış.
Hayat Bilgisi dersinin 1. ve 2. sınıf kitaplarında çocukların yukarıda ifade edilen anlatılarını oluşturacak bir bilinç inşa edilmeye çalışılmış zaten. İlkokul 1. sınıf ders kitabında, doğayı derinliğine anlamaya çalışan ifadeler yerine insanın ihtiyacı ön plana çıkarılmış durumda. “Sağlığın için süt, süt ürünleri, et, tavuk, balık, yumurta gibi besinleri tüketmelisin. Bol bol süt içmelisin. Spor yapmalı, vücut temizliğine dikkat etmelisin” (Sağlıklı Hayat). Hayat Bilgisi 1. sınıf kitabında, doğaya özen konusunda geçen tek bir cümle var: “Yakın çevresinde bulunan hayvanları ve bitkileri korumaya özen gösterir.”
İlkokul Hayat Bilgisi 2. sınıf kitabı, Okulumuzda Hayat, Evimizde Hayat, Sağlıklı Hayat, Güvenli Hayat, Ülkemizde Hayat, Doğada Hayat ünitelerinden oluşuyor. Kitabın içeriği kent yaşamına odaklanılarak hazırlanmış, caddeler, sokaklar, meydanlar steril, insan dışında yaşayan canlı yok. Çocuklara evin dışında yapılabilen etkinlikler anlatılıyor: gitar çalma, uçurtma uçurma, yüzme, ip atlama, körebe, voleybol vb. Bunlar arasında doğanın canlıları ile temas neredeyse yok. Evin içinde ve dışında çocukların oynayabileceği oyunlar arasında kediler ve köpekler de yok.
İnsanın doğa ile ilişkisi, ben ve [tüketilebilen] öteki olarak kurulmuş. Hayvanları Koruma Günü (4 Ekim) için yazılmış şiire, maymun, kelebek, kuşlar, kedi, köpek, tavşan imgeleri eklenmiş. Şiirde ortaya çıkan yavan fikir şu: Hayvanları koruyalım, çünkü onlar [biz insanlara] yararlıdır. Şiirin son dizleri şunlar: Sütlerini içeriz/ Kimisine bineriz/ Öküzle çift süreriz/ Yararlıdır hayvanlar. Kitapta diğer canlılara dair fotoğraflar ticaret, tarım, hayvancılık ve sanayi etkinliği olarak dahil olmuş. Hayvanlarında suya ve besine gereksinme duydukları belirten cümle dışında doğaya ilişkin çocuğun anlam dünyasını geliştirecek ifadeler yer almıyor. Ders kitaplarında doğa ile ilişkisi yeterince kurulmadan “geri dönüşüm kutuları” öğretiliyor.
İkinci sınıf Hayat Bilgisi kitabında, deprem, çığ, su baskını, heyelan, hortumlar, fırtına, yangınlar gibi doğa olaylarını anlatma biçimi “doğal afetleri önleyemeyiz” cümlesi ile tamamlanıyor. İklim krizi, küresel ısınma gibi yeryüzünü tehdit eden sorun alanlarına dair bir cümle yer almıyor metinlerde.
İlkokul Hayat Bilgisi 3. sınıf kitabı Okulumuzda Hayat, Evimizde Hayat, Sağlıklı Hayat, Güvenli hayat, Ülkemizde Hayat, Doğa ve Çevre ünitelerinden oluşuyor. İlk kez bu kitapta bahçede köpek besleyen erkek çocuğu, köpeği ile yere uzanmış bir erkek çocuğu ile bir kız ve erkek çocuğunun sevdiği ve evde yaşayan Duman adlı kedinin olduğu üç resim görüyoruz. Bu az sayıda resim de doğa-insan bağını kurmaya yetmiyor, insanın ayrıcalıklı konumu yerinde duruyor.
İlkokul Hayat Bilgisi ders kitapları “Nasıl yaşamaktayız?” sorusu ile gündelik yaşamın yeniden üretildiği ev, okul ve ülke olarak düşünülen mekân birimlerine yoğunlaşıyor. “Nasıl yaşamaktayız?” sorusu en genel iki yaklaşımın farklı düzeylerde de olsa etkisi altındadır. Bir yandan insan merkezli yaşamın dogmatik kabulleri, yaşadığımız dünyanın değersizleştirilmesine, bu dünyaya aitliğin ortadan kalkmasına yol açıyor. Diğer yandan ussallık ile dünyanın her köşesi “bilme ve metalaştırma” adına bir araştırma-geliştirme alanına/pazara dönüştürülerek sömürgeleştiriliyor. Her iki yaklaşımda da bu dünyaya özen gösterme ve saygı duyma duygulanımı yok oluyor.
İnsanın doğa/insan olmayanlarla iki farklı etkileşimi!
İnsan-doğa ilişkisi her ikisinin de varlıklarının ortaya çıkışından beri var. İnsan ilk çağlardan beri yeryüzünün içinde doğa ile ilişkilenerek yaşadı, insanı yaşamda tutan şey, doğa ile temas ettiğimiz yer; hava, su, toprak, yani doğanın teni. Bunu COVID-19 salgınında maskelerle rahatça nefes alamadan yaşarken açık biçimde gördük ve yaşadık! Ancak ilk çağda insanların doğaya yönelişlerinin nedeni doğaya egemen olma değil, doğayı anlama çabasıdır. Doğayı anlamaya çalışan düşünür ya da doğanın içinde onun bir parçası olarak yürüyen, dolaşan, duran insan, doğayla bütünleşmenin değerini anlamıştır.
Yaklaşık beş yüz yıllık tarihi olan kapitalizmin doğduğu yüzyıllar olan 16. ve 17. yüzyıllara gelindiğinde, doğa ile ilişkilenme biçimi değişmiştir. Artık insanın doğa ile ilişkisinde ‘insanı doğanın efendisi’ ilan eden görüş egemenlik kurmuştur. Bugün yaşadığımız sorunlardan anlıyoruz ki doğanın efendisi değil, onun bir parçasıyız. Bu nedenle yeryüzünü evimiz olarak görmemizin değerini ortaya koyacak bir eğitimi, doğa temelli bir eğitim anlayışı ile oluşturulmuş öğretmen yetiştirme süreçlerini ve eğitim programları yapılanmasını ve ders kitaplarını yeniden düşünmemiz ve dönüştürmemiz gerekiyor.
Ne yapmalı?
Karşımızda bir kanun var ancak meşru değil! CHP, yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini belirtti. Anayasa Mahkemesi’nin lehte kararı, can dostların yaşatılması için son derece önemli. Bu nedenle başta Türk Veteriner Hekimleri Birliği olmak üzere havyan hakları derneklerinin ve demokratik kitle örgütlerinin, Öğretmenlik Meslek Kanunu ile ilgili konuda öğretmen sendikalarının yaptığı gibi “yargının dostları” olarak Anayasa Mahkemesi’ne kendilerini dinleme talepli ortak bir dilekçe vermeleri ve Anayasa Mahkemesi’nin kendisini dinlemelerini sağlamaları çok değerli olacaktır.
Avrupa’nın steril kentlerini örnek almak yerine farkımızı, insanların ve insan olmayanların birlikte yaşadığı, suyunun içildiği sokak çeşmeleri olan ve sokak hayvanlarının sevildiği, beslendiği, aşılandığı, kısırlaştırıldığı, hastalıklarından korunduğu, hayvanların üretiminin ve ticaretinin yapılmadığı kentlerin inşasıdır. Bu sürece mutlaka ekolojik bir eğitim eşlik etmelidir. Yüzümüzü, sokağa, sokak hayvanlarına çevirmeli ve olası tehlikelerden onları korumalıyız!