Cam Tavanları Yıkarak Maviliklere…
Yazan: Merve Şahin
Türkiye’de kadın emeğini, kadın eşitlik mücadelesini ele alan bir değerlendirme yaparken, Nazım Hikmet’in ”ve soframızdaki yeri/öküzümüzden sonra gelen” dizesinden başlamak ve geçen 75 yılda sanatta, bilimde, sporda, eğitimde, sağlıkta, siyasette ve yaşamın diğer alanlarında kadının üretim ve yönetim süreçlerindeki rolüne ilişkin mücadeleyi yazmak pekâlâ mümkün ancak belki de başka bir yazının konusu…
Bu yazının içeriğinde, yukarıda andığımız rolden ziyade ülkemizde kadın emeğinin hem güncel durumuna hem de yakın tarihine dair kimi tespitleri paylaşmak, kadın işçilerin karşılaştığı özel ve genel sorunlara değinmek, kadın emeğine özgü istatistikler sunmak ve son kertede ”cam tavan” diye formüle edilen, görünür ve görünmeyen (soyut-somut), kadın emeğinin önündeki engelleri ve biz kadınlara karşı örülen duvarları kaleme alacağım.
Endüstri Devrimiyle birlikte, dünyada kadın emeğinin işgücüne katılımında genelde niteliksiz işlerde, düşük ücretlerle, uzun ve düzensiz çalışma saatleriyle çalışmaya mahkûm eden bu acımasız sistemde işçi sağlığı ve iş güvenliğinden yoksun; kariyer yolunun asla açılmadığı bir iş rejimine tabi tutulduğu bilinmektedir.
Kadın emeğinin, nitelikli bir karaktere bürünmesi ve kadının işgücüne kitleler halinde katılımının önünün açılması, sermayenin ve eril kapitalizmin gönüllü ve kadın emeğine eşit yaklaşma niyetiyle değil, kaderin bir cilvesi olarak da değerlendirilebileceği üzere, 1914’ten başlayıp 1945’te sona eren Dünya Savaşları nedeniyledir ne yazık ki. Söz konusu tarihler arasında erkek işgücünün büyük bölümünün savaşlara katılmasından, yaralanmasından, ölmesinden ve ”üretim dışı kalmasından” ötürü, tüm dünyada kapitalist savaş ekonomisi, ”mecburi” bir kadın istihdamı yoluna gitmiş ve kadın işgücü ilk kez kalifiye-entegre işkollarında (silah, ilaç, kimya, metal, çelik vb.) milyonlarla ifade edilebilecek ölçüde yer almaya başlamıştır. Ancak durum böyleyken bile, kalifiyeleşen, donanan ve aslında ”yönetim gücü” de olan kadın emeği, görünmez-yıkılmaz duvarlarla karşılaşmış, işçilikten öteye geçmesine, iradi ve idari güç olmasına izin verilmemiştir. Dünyada bu durum 1950’lerden sonra değişmeye başlamış, özellikle kadın eşitlik mücadelesinin ve kadın emek bilincinin gelişimiyle birlikte, küresel karakter kazanan eylem, etkinlik ve mücadele yöntemleriyle kadın emeğinin görünür kılınması ve bu emeğin hem iradi hem de idari (yönetsel) bir güç haline gelebilmesi, özelde kadın işçiliğinin genelde de kadın cinsinin, önündeki tüm soyut ve somut bentleri yıkarak hayatın hemen her alanında söz, karar ve yetki sahibi olabilmesinin önü açılmıştır.
Kadın emeğinin işgücüne nitelikli katılımı, istihdamı ve kariyer yolunun açıklığı, kadının işgücü içinde yükselip yönetici pozisyonuna gelebilmesi konusu, içinde barındırdığı haklar, haksızlıklar bağlamında, son yıllarda bizatihi kadının kendini eğitip donatması, gelişim göstermesi nedeniyle ülkemizde de nispeten olumlu kimi değişimler göstermiş olsa bile gelişmiş-uygar toplumlardaki durum ile kıyas bile edilemeyecek düzeydedir maalesef…
Tam da burada, elimizdeki resmi verileri irdelemek, konunun biraz daha açıklığa kavuşması ve işgücü süreçlerindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini apaçık görmeniz bakımından oldukça önemlidir. Şöyle ki; TÜİK’in Haziran 2020 de yayımladığı verilere göre toplam 62 milyon 525 binlik çalışma çağındaki nüfusun, işgücü içindeki sayısı 30 milyon 632 bindir. İşgücü içindeki nüfusun 20 milyon 914 bini erkek (%67,6), 9 milyon 718 bini kadın (%30,8) olarak açıklanmıştır. Yalnızca bu veriler dikkate alındığında dahi Türkiye’de emek süreçlerinin kadın emeği aleyhine bir seyir izlediği görülecektir. Bunun yanı sıra kadın işçiler ile erkek işçiler arasındaki ücret eşitsizliği de giderek derinleşmektedir. Oysa meslekler bazında değerlendirildiğinde bazı mesleklerdeki kadın işgücü oranının erkek işgücü oranına göre daha fazla olmasına rağmen kadın çalışanların işgücündeki oranının düşüklüğü aleyhte bir seyir izlemiştir. Geçmişten günümüze işgücü piyasasında toplumun cinsiyete dayalı meslek grupları dayatmasından kaynaklı kadın ve erkeğe biçilen meslek rolleri farklılıklar arz etmiştir. Üstelik kadınların da ”erkek işi” diye adlandırılan birçok işi yapabilecekleri görmezden gelinmektedir. Yine OECD verilerine göre 2019 yılında ülkemizde kadınların işgücüne katılım oranı %34,4 olup, bu oran OECD’ye üye ülkeler arasında sonuncu olduğumuz gerçeğiyle birlikte, işgücü içindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin de çarpıcı bir örneğidir.
Bir diğer önemli veri de, işgücü içindeki yönetici oranlarının cinsiyete göre dağılımıdır. TÜİK’in 2018’deki verilerine göre, işgücü içindeki erkek yönetici oranı %83,7 iken, kadın yönetici oranı ancak ,3 olmuştur. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadının emeğinin temsiliyet hakkının (cam tavan kavramını irdelerken görüleceği üzere) nasıl da örselendiğini görmemiz bakımından son bir çarpıcı bir örnek olarak 2018 yılı seçim sonuçlarına göre TBMM’deki erkek milletvekili oranı %82.7 iken, kadın milletvekili oranının .3 olmasını verebiliriz.
Tüm bu ulusal ve uluslararası verileri, tespit ve çıkarsamaları burada ele almak, kadın işçinin, iş yaşamında karşılaştığı görünür ve görünmez bariyerlerin etkisini, sadece ve sürekli kadın aleyhine gelişen (son yıllarda makas kadın lehine kapanıyor olsa bile) toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve özelde de ”cam tavan” ve ”cam tavan sendromunu” aktarabilmek ve çok daha iyi algılamak bakımından bir zorunluluktu.
Cam Tavan diye formüle edilen kavram, 1970’li yılların sonlarına doğru Rosebeth Moss Kanter’ın “Şirketlerdeki Erkekler ve Kadınlar” adlı kitabıyla anılmaya başlanmış, 1986 yılında Carol Hymowitz ve Timothy Schellhardt tarafından yazılan “İş Yaşamında Kadın” başlıklı makaleyle de işgücü-emek-kadın emeği terminolojisindeki yerini almıştır. 1990’lı yılların başıyla birlikte de cam tavan kavramı hükümetlerin de kimi düzenlemeleri içinde yer almış, 1991’de ABD Çalışma Bakanlığı’nın nitelikli kadın işgücüne ve azınlık-göçmen emeğine pozitif ayrım niyeti gereği, Uluslararası Cam Tavan Federasyonu kurulmuş olup, öncesinde de Cam Tavan olgusu tanımlanıp kabul edilmiştir.
Peki, biz kadınlar başta olmak üzere, ” dezavantajlı gruplar ” diye nitelendirilen (engelliler, eski hükümlüler, yaşlılar, göçmenler, mülteciler) pek çok sosyal kesimi de yakından ilgilendiren ”Cam Tavan” nedir? Bu konuya dair yüzlerce makale, kitap ve çalışma olmakla birlikte, kavrama dair en özlü ve yalın tanımı şöyle özetleyebiliriz:
Cam; varlığı, etkisi hep hissedilen ancak görünmeyen, dokunulamayan gerçeklik anlamını ifade ederken, tavan; kariyer yolunun en tepesi fakat çıkılması engellenen en yüksek nokta olarak tanımlanabilir.
Cam Tavan; resmi, kurumsal, yazılı olmayan bir kavramdır, gözle görülmez fakat kadın emeğini her koşulda engelleyici, ön kesici bir nitelik taşır. Kadın emeğinin yönetici güce ulaşmasının, terfi etmesinin, hatta erkek işgücüyle eşit hak ve ücrete kavuşmasının önündeki en sert ve manyetik bariyerdir. Cam Tavan Sendromu olarak da kullanılan bu kavramda sendroma kapılan başat aktör erkek-eril kapitalizm olmakla birlikte bu sendromda yer alan grup kadınlardır. Şöyle ki; özgüven eksikliği, ataerkil toplumsal değerlerin kimi kadınlar üzerinde yarattığı olumsuz etki ve bizatihi kadının kendine biçtiği sınırlı rol, bazı kadınların bu sendromdan muzdarip olmaları sonucunu doğurmaktadır.
Cam Tavan dediğimiz bu gayri-resmi ve ilan edilmemiş soyut bariyer, asla kadının ve emeğinin niteliksizliğiyle ilgili değil erkek egemen sermaye rejiminin (düzeninin); bir canlı cinsinin sırf cinsiyetlerinden ötürü yani kadın oldukları için başarı merdivenlerini tırmanışlarını engelleme, terfi ettirmeme, karar-yetki mekanizmasında rol aldırmama tutumları sonucu bir eşitsizlik örneği olmuştur. Bu eşitsizlik, kadınlar bakımından terfi ettirilmeme ile sınırlı olmayıp, eş düzey çalışan erkek işçiler karşısında daha az ücret alma durumunu da içermektedir. Bu denli etki gücü olan Cam Tavan kavramının, biz kadınlar bakımından kabul edilemez bir yönü de kadın emeğinin karşılaştığı sorunların belirsizliğinin çözümünde kaplumbağa hızıyla hareket edilmesidir.
Kadın emeğinin işgücüne daha nitelikli ve sorunsuz katılımının önündeki tanımlanamayan ve kanıtlanması zor engellerden biri de görünürde kadın için düzenlenen ve kadının daha rahat bir sosyal zemin üzerinde çalışmasını sağlaması düşünülen doğum izni, süt izni, kreş yardımı ve hatta son zamanlarda kadınların mücadeleleri sonucu kazanılan ve kimi ülkelerde yürürlüğe konan regl izinleridir. Tüm bu düzenleme ve gelişmeler, resmiyette kadının lehine görünmekle birlikte, özel sektörde kadın emeğinin aleyhine sonuçlar doğurmuş, özel sektör genellikle kadın istihdamından kaçınma yoluna başvurmuş hatta mevcut çalışan kadınları işyerinden ayrılmaya zorlama gibi tutumlar içine girmiştir.
Oysa hem Uluslararası Mevzuatta hem de İş Kanunumuzda yer alan (4857 sayılı İş Kanununun 5. Maddesi) ”Eşit Davranma İlkesi” maddesinde hiçbir işveren ırk, renk, dil, cinsiyet, engellilik, felsefi inanç, din, mezhep ve siyasal düşünce gibi nedenlerle ayrım yapamaz. Bu düzenlemelere göre özelde veya kamuda çalıştığı işkolu fark etmeksizin cinsiyetinden yani kadın oluşundan ötürü hiçbir kadın emekçinin ücretinde, sosyal haklarında, terfi ve kariyer konularında ayrım yapılamaz.
Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi kapitalizm kadın emeğini ötekileştirirken, bunu ”kılıfına uydurarak” yapabildiği için, itiraz mekanizması ve kadın emek mücadelesi çok da etkili olamamış ve kadın işçi sayısının çok küçük bir bölümünün sendikalı-örgütlü oluşu da sermayenin bu ayrımcı, ötekileştirici uygulamalarını yıkamamıştır ne yazık ki.
Günümüzde kadınların eğitimde ve özellikle yükseköğrenimde oldukça mesafe kat etmesi, sosyo-ekonomik koşulların dayatması ve gelenek-görenek normlarının değişmesi, kadının ev bütçesine daha çok katkı koymak istemesi ve benzeri nedenlerle, işgücü içindeki kadın sayısı 20-30 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde (bunun büyüyen nüfusla da ilgisi var elbette) artış göstermiştir. Ancak bu nitel ve nicel büyüme, kadın işçi hakları söz konusu olduğunda aynı değişim ve gelişimi gösterememiştir.
Tablonun böyle olmasının en büyük nedeni üretim araçlarını elinde bulunduranın yani sermayenin ve bu mekanizmayı denetleyen-düzenleyen sistemin yani siyaset kurumunun, büyük ölçüde erkek egemen bir yapıya sahip olması ise de diğer nedeni de biz kadınların, kadın emeğinin genel olarak dağınık, örgütsüz, siyaset dışı (TBMM, siyasi partilerdeki temsiliyet) oluşudur.
Nesnel ve öznel koşullar, kadının eğitim düzeyi, hemen her işkolunda yaygın ve nitelikli çalışması, istenilen düzeyde olmasa bile kadın yönetici sayısının artması, meslek örgütlerindeki ve siyasetteki kadın temsiliyetinin tamamen kadın mücadelesi sayesinde nispeten artması gibi olumlu gelişmeler, kadın emeğinin ve bir bütün olarak kadın cinsiyetinin yaşamın her alanında daha örgütlü bir şekilde mücadeleye katılımıyla görünen ya da görünmeyen bariyer ve cam tavanları işlevsiz kılmanın şartlarının mümkün olduğunu bilmekteyiz.
Kadın emekçiler olarak özgüvenle, cinsiyet eşitliğini ve sınıf kardeşliğini boyutlandırarak tüm bu bentleri yıkmaya, insan ve kadın onuruna yakışır bir çalışma hayatı kurmaya, bunun mücadelesini örmeye ve maviliklere cam tavanları yok ederek dokunmaya hazır mıyız? Çünkü;
Cam tavansız bir gökyüzü pekâlâ mümkün…