Dijital Otoriterlik ve Dijital Uçurum – Adem Yeşilyurt
Artık görselliğin ön plana çıktığı bir dönemi yaşamaktayız. 80’li yıllarda önce televizyonlarla başlayan, sonrasında 90’lar ve 2000’lerin başında kişisel bilgisayarlarla devam eden bu süreç, günümüzde yerini ellerimizden düşüremediğimiz akıllı telefonlarımıza ve tabletlerimize bıraktı. Z kuşağı diye tabir edilen 2000 ve sonrası doğanların bu görsel teknolojinin içine doğduğu söylenebilir. Bu kuşak, çizgi filmlerini tabletlerinden izlemekte, sokak oyunlarındansa ekrana “bağımlı” bir çocukluk geçirmekte. Görselliğin ön plana çıktığı bu süreci, “endüstri 4.0” kavramıyla ifade edilen gelişmeler, yapay zekâ ve robot teknolojileri takip ediyor. Bu gelişmelerle birlikte artık nesnelerin/ şeylerin interneti diye nitelendirilen bir teknolojiyle birbiriyle iletişim kurabilen akıllı cihazlar ortaya çıkmaya başladı. Bu sayede cep telefonunuzdan evinizin/arabanızın ısısını ayarlayabiliyor, sesli komutlarla akıllı makineleri çalıştırabiliyorsunuz. Dahası, sizin müdahalenize gerek kalmadan makineler birbiriyle iletişime geçebiliyor. Öte yandan, kendilerini kullanıcıların verileri üzerine inşa eden sosyal medya araçlarını “ücretsiz” olarak kullanmaya devam ediyoruz, ama bir önceki sayımızda değindiğimiz üzere özel olarak sosyal medyadaki genel olarak internetteki tüm bilgilerimiz bir şekilde izlenip sınıflandırılarak reklam verenler, şirketler ve hükümetler tarafından “büyük veri” olarak kullanılmakta veya satılmakta. Peki böyle bir durumda bir tür dijital özgürlükten bahsedebilir miyiz?
Geçtiğimiz günlerde Amerika merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un “Ağın Özgürlüğü 2018: Dijital Otoriterliğin Yükselişi” başlıklı bir raporu yayımlandı.1 Raporun temel iddiası dezenformasyon, yalan haber ve propagandanın kamusal alanı “zehirlediği” ve dolayısıyla özgürce internet kullanımının sınırlanmasının demokrasinin de gerilemesine yol açtığı yönünde. Raporda, özellikle Çin ve Rusya örnekleri üzerinden, dijital otoriterliğin, “devletlerin vatandaşlarını insan özgürleşmesinin bir motoru olan internet kavramının saptırılması suretiyle, teknoloji aracılığıyla kontrol etmesinin bir yöntemi olarak” teşvik edildiği ortaya konulmakta. Raporda geçtiğimiz yıllarda 50 milyon Türkiyeli seçmenin verilerinin sızdırıldığı bilgisi de yer alıyor. Her ne kadar artık “yasaklardan ziyade özgürlüklerin konuşulduğu” bir ülkede yaşadığımız iddia edilse de,2 2018’in son günlerine yaklaşırken hâlâ daha Wikipedia’ya bile normal yollardan erişemediğimiz bir ülkede yaşadığımızı hatırdan çıkarmamakta fayda var.
Dijital Uçurumun geleceği?
Dijital Uçurum veya Dijital Bölünme diye tarif edilen kavram, farklı toplumsal ve ekonomik koşullardaki kişi, kurum veya ülkelerin bilgi ve iletişim teknolojilerine erişimleri arasında oluşacak eşitsizliğin gittikçe daha fazla derinleşeceğine dikkat çekmekte. Bu bağlamda dijital uçurum kavramı teknolojiye erişim açısından farklı toplumsal sınıfların ve genel olarak ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre ciddi farklılıklar oluşacağını öngörmekteydi. Bugün geldiğimiz noktada ise, Türkiye örneği üzerinden bile düşündüğümüzde, sosyo-ekonomik düzeyler fark etmeksizin, örneğin akıllı telefon kullanımının oldukça yaygınlaştığını görebiliyoruz. Bu noktada teknolojiye erişim açısından eşitsizliğin gittikçe derinleştiğini söylemek güç olsa da farklı kuşaklar, toplumsal sınıflar ve taşra ile kent arasındaki ayrımların bu teknolojinin “nasıl” kullanıldığı noktasında ayrışmalara sebep olduğu söylenebilir.
Diğer taraftan, internet özgürlüğünün sınırlanmadığı varsayılan ABD ve İngiltere gibi merkez ülkelerde ise farklı bir dijital uçurum trendiyle karşı karşıya olduğumuz iddia edilmekte. Bu çerçevede, Silikon Vadisi’nde ortaya çıktığı söylenen kayda değer bir başka gelenekten söz etmek mümkün. İronik ama, New York Times’ta çıkan iki yazı dijital uçurumunun beklenenin neredeyse tam aksi yönünde sonuçları olduğunu ve artık yeni dijital uçurumun teknolojiye erişimi kısıtlamak üzerinden ortaya çıktığını iddia ediyor.3 Özellikle ABD’de teknoloji şirketlerinde üst düzey konumlarda çalışanların çocuklarını tablet ve telefon kullanımına izin vermeyen ve geleneksel yöntemlerle eğitim-öğretim veren kurumlarda yetiştirmeyi tercih ettiklerini görmekteyiz. Ekrana bağımlı bir çocukluğa karşı geleneksel yöntemlerin çocuğun gelişimi için daha sağlıklı olduğu için tercih edildiği ifade ediliyor. Çoğunluğu eski Silikon Vadisi çalışanlarının kurduğu Common Sense Media (Sağduyulu Medya) ve The Center for Humane Technology (İnsani Teknoloji Merkezi) isimli sivil toplum örgütlerinin birlikte yürüttüğü “Truth About Tech” (Teknoloji Hakkındaki Gerçek) kampanyası da özellikle çocuklar için teknoloji bağımlılığının önüne geçmeye çalışmakta. Hayal gücünü ekranlarla sınırlandırmayan ve yaratıcılığını kaybetmeyen çocuklar yetiştirme meselesi gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımızı da belirleyeceği için oldukça önemli. Son olarak çocuklar için bu şekilde tartışılan ekran bağımlılığı probleminden biz yetişkinlerin de muaf olmadığını not edelim.
Haber kaynaklarımızda da kutuplaşma
Oxford Üniversitesi Reuters Gazetecilik Çalışmaları Enstitüsü tarafından hazırlanan “Dijital Haber Raporu 2018” kapsamında “Türkiye Ek Raporu” geçtiğimiz Kasım ayının ilk günlerinde yayımlandı. Ocak-Şubat 2018 döneminde internet üzerinden yapılan bir araştırmaya dayanan rapor, özellikle haber kaynaklarına dair çarpıcı sonuçlar barındırmakta. Ana haber kaynağı olarak televizyon %48’lik bir oranla hâlâ ilk sırayı almaya devam ederken online haber kaynaklarının payı %39’luk bir oranla son yıllar içerisinde artış gösteriyor. Bununla birlikte rapor haber kaynaklarına dair yapılan bu tercihin aslında siyasal bir seçim olduğuna işaret ediyor. Araştırmanın Türkiye’yle ilgili bölümü yaşadığımız ülkede kendilerini siyasi yelpazenin solunda görenlerin haberleri daha çok internetten (%45), sağında görenlerin ve merkezde olanların ise daha çok televizyondan (sırasıyla %49 ve %50) aldığını gösteriyor. Bu da teknoloji kullanımı açısından farklı kesimler arasında bir ayrışmaya işaret ediyor. Basılı haber kaynaklarının payı ise genel olarak azalmakta. Raporun dikkat çektiği bir diğer önemli veri ise güven problemi. Türkiye’de medyaya güvenenlerin oranı %38 iken, güvenmeyenlerin oranı %40. Diğer taraftan tüm siyasi kesimler sahte/yalan habere maruz kaldığını beyan ederken bundan en çok etkilendiğini söyleyenler ise %59’luk bir oranla kendisini siyasi yelpazenin sağında tanımlayanlar (soldakiler %48, merkezdekiler %49). Genel olarak rapordaki verilerin Türkiye’deki siyasi kutuplaşma ortamını medya üzerinden yansıttığı söylenebilir. Bu kadar kutuplaşmış bir siyasi iklimin sürdürülemez olduğu ise ortada değil mi? |