Filtre Kahveli Cânım Fakülte – Müdrike Şenkof
Bir “vakıf ” üniversitesinde asistan olarak işe girdiğimde yıl 2004’tü ve ne yalan söyleyeyim, büyük bir beklentim yoktu. 90’lı yılların ortalarında girdiğimiz üniversitede yüzde 300’lük harç zammıyla karşılanıp YÖK protestosunda paket edilen kuşaktan olduğumdan olacak, fikri bile iyi gelmemişti. Ama ısrar etmiş, “okutman mı ne arıyorlarmış, başvur işte!” demişti Devrim telefonda. “Özel üniversite yahu, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmem. Beni alırlar mı ki?”… Mevzuun sadece el-ayak olmadığını bir telefonda anladım. İngilizce bilmeye biliyorduk ama teaching assistant’lar human resourceslar deadline’lar yoktu haliyle hayatımızda. Bu nedenle mi bilmiyorum, sekreterin dediklerini teker teker not aldığım kâğıdı çok uzun zaman sakladım. Uzatmayayım, başvurduğum, çok talibi olan bir kadro değilmiş. Bir kadın bir erkek namzet vardı; Hoca -yakası kesik tişört ve pazen eteği gözü tutmasa da -“benim arkamı toparlayacak biri lazım” diye düşünerek (ve bunu da açıkça söylerek) , bendenizi seçti ve bir sabah kendimi bilgisayar ekranlarına bakan beş kişiyle aynı odada oturur buldum. Buldum bulmaya da… Gülümsemek şartmış. Önce bunu öğrendim. Mümkünse üst ve alt altı-sekiz dişi çıkaracak şekilde (henüz bireysel sigorta da yaptırmamış, dolayısıyla “birikeni çekip” ortodonti tedavisi de görmemiş olduğumdan zorlanıyordum tabii); tercihen yaşıtlara “selaaam, naaber?” , büyüklere “merhaba hocam” demek gerekiyormuş. Bu ikincisi bilhassa önemliymiş ve atlanırsa koridorlarda yayılan fısıltılar maazallah hocanıza kadar gelip orada yükselerek sizi bir köşeye sıkıştırıverirmiş.
Sıfatınız hoca olsa da durumunuz bildiğimiz hocalara denk falan değildi, ikinci olarak bunu öğrendim. Kantinde, “hocam bir çekilir misiniz tezgâhtan!” azarı işitip sabah 15 dakika gecikince fakülteden ince bir “merak” telefonu alabilirdiniz pekâlâ. Öğrenci “velisi”, kapınıza dayanıp “sizin maaşınızı biz veriyoruz” diyebilir; iki kere telefonu açılmayan öğrenci, “hocaları yerinde bulamıyoruz” diye idareye mail atabilirdi. Yerimi yavaş yavaş buldum.
Bir de maişet meselesi vardı tabii. Rektörün öğrenciyle aynı yerde yemesiyle övünülen yemekhanede yemek fiyatlarının dışarıda gitmekten imtina ettiğimiz cafelerdekine denk olduğunu öğrenir öğrenmez soluğu karşıdaki tostçu Ahmet Abi’de aldım. Sekreterlikten paso istemek gerekti, onu hallettim, bu sefer de üst
baş çıktı. Eh bunun manikürü var ( hayır), berberi var (kuaför efendim kuaför), çantası (aynı çantayla bütün sene gezilir mi!), telefonu (Hocam o telefon antika mı?!) ıvırı zıvırı…Velhasıl, uzun bir süre maaş mı alıyorum maaş mı beni alıyor bilemedim, efendim. Ve hepsinin üzerine tüy dikmek üzere tatil muhabbeti… Son derece entelektüel meslektaşlarımın Beyrut gibi “chic destination”lara gidip geldiği bayram ve sair tatil günlerinde “benim nerede ne yaptığım” uzun süre bir muamma olarak kaldı.
Fakat itiraf etmeliyim ki hiçbir mesele kahve kadar can sıkıcı değildi. Kantinde bardak bardak çay içerek yetişmiş bir bünyenin (“devletten geldiğin için, şekerim”) “çıkıp bir kahve içelim mi?” lere alışması çok zaman aldı. Zira o acı tada alışmakla bitmiyordu iş. Neskafe içilmemesi gerektiğini (“ay, o kahve değil ki!”), üstelik bazı filtre kahvelerin diğerlerinden niye ve nasıl iyi olduğunu biliyor olmanız de gerekiyordu. Eh, diyorum, insan öğrenen varlık neticede… Bu anlattıklarımın üstünden 14 sene geçti. Büyüdüm, güçlendim. Dudak kaslarım her an yayılacak şekilde gelişti, dişlerim bakımlı… Araba kullanmıyorsam bu cool olduğum için, ucuz markalı kıyafetlerim de öyle. Laptopumu okula götürmüyorum, iki senede bir 24 aylık sözleşmeyle görüntüyü kurtaracak bir “akıllı” cep telefonu alıyorum ve kahvem kesinlikle “üçüncü nesil”. Laf aramızda bir tek bitter çikolataya alışmış değilim, onu da pek dillendirmiyorum.