Tez-Koop-İş Sayı: 79

İş ve Sendikal Güvencelere Karşı Yeni Bir Dayatma: Zorunlu Arabuluculuk

2017 yılının son aylarında tüm çalışanları ve onların geleceğini doğrudan ilgilendiren önemli iki gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi iş uyuşmazlıklarında dava açılması için zorunlu şart olarak “Arabulucuk” sisteminin getirilmesidir. İkincisi ise 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile hiçbir demokratik ülkede olması beklenemeyecek biçimde taşeronda çalışanlar için yeni bir düzenleme getirilmesidir.

İş uyuşmazlıklarına çözüm olarak sunulan ancak gerçek yaşamda var olan sorunları arttıracağı gibi yeni sorunların kaynağı olacak zorunlu arabuluculuk sistemi nedir? Nasıl bir düzen getirilmekte, neler dayatılmakta ve nasıl sonuçlar beklenmektedir? Sendikaları ve tek tek işçileri bekleyecek sorunlar nelerdir?

Şimdi sorulması gereken temel sorunlar bunlardır…

Öncelikle belirtmek gerekir ki, 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle getirilen arabuluculuk sistemi, bireysel ve toplu iş uyuşmazlıklarında dava açmadan önce mutlaka arabuluculuk sürecinin başlatılmasını “dava şartı” olarak dayatmaktadır.

İş Mahkemeleri Yasası’nda yapılan değişiklerle 4857 sayılı İş Yasası ile 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası’na göre alacaklar, tazminatlar ve işe iade gibi son derece önemli konularda dava açma şartı olarak arabuluculuğa başvurulması zorunluluğu getirildi.

Sistem Dayatma Üzerine Kurulu

12 Ekim 2017 tarihinde yasalaşan ve 1 Ocak 2018 tarihinde yürürlüğe giren zorunlu arabuluculuk sistemine göre iş davalarında yapılacak yargılamalarda ilk aşamayı zorunlu arabuluculuk oluşturacaktır. Eğer arabuluculuk aşamasında uyuşmazlık çözülmezse yani işçi ile işveren anlaşamaz ise iş mahkemesinde dava açılabilecek, iş mahkemesinin kararlarına karşı ancak bölge adliye mahkemesine başvurulacaktır.

Bölge adliye mahkemelerinin kararlarından ancak bir bölümü Yargıtay tarafından temyiz aşamasında incelenecek, önemli bir bölümüne ise Yargıtay süreci kapalı olacaktır. Bir başka anlatımla İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8. maddesi temyiz yoluna başvuruyu sınırlandırırken, toplu ve bireysel iş uyuşmazlıklarının bir kısmının Yargıtay’a gitme olanağını ortadan kaldırmıştır.

Yasanın getirdiği yeni hüküme göre;

– İş sözleşmesinin sonlandırılmasına ilişkin açılan işe iade davaları için verilen kararlarda;

– İşveren tarafından toplu iş sözleşmesi veya işyeri düzenlemeleri uyarınca işçiye verilen disiplin cezalarının iptali için açılan davalarda verilen kararlar;

– İşyeri sendika temsilcisinin iş sözleşmesinin sona erdirilmesi nedeniyle sendika veya temsilcinin açtığı uygulamanın geçersizliğine ilişkin açılan davalarda;

– İşletme düzeyinde toplu iş sözleşmesi yetki tespiti yapılmış bir işyerinin işletme niteliğinde olup olmadığının tespiti için açılan davalarda;

– Toplu iş sözleşmesi hükümlerinin yorumlanması için açılan davalarda

– Grev veya lokavt uygulamalarının yasaya uygun olup olmadığına ilişkin davalarda, verilen kararları Yargıtay incelemeyecektir. Oysa Yargıtay’ın temyiz incelemesi aşamasında vermiş olduğu kararlar iş  hukuku açısından son derece önemlidir. Çünkü Yargıtay kararları yasaların uygulanmasında bütünlük sağlaması yönünden önemli bir kaynaktır. Zorunlu arabuluculuk düzenlemesi bu kaynağı geçersizleştiren, sönümlenmesine yol açan, kurutan ve yok eden özelliktedir.

Güvence Daha Da Güçsüzleşti

Çalışma hakkının özünü oluşturan iş güvencesi hakkını zayıflatacak bir uygulama olan zorunlu arabululucuk sistemi işten çıkarmaların kolaylaştırılması sonucunu doğuracak yeni bir süreci başlatacak özelliktedir.

İş güvencesi hakkının yasal boyutlarıyla var olan kırıganlığını çok daha arttıracak olan bu yeni düzenleme, arabulucu sürecini zorunlu kıldığı gibi daha sonraki aşamaları da uygulamada belirsizleştirme nitelikleri içermektedir.

Örneğin işten çıkartılan bir işçi, işten çıkartılmasının geçersizliğini kanıtlamaya çalışırken çok önemli ölçüde arabuluculuk aşamasında doğrudan ya da dolaylı baskılarla yıldırılmaya çalışılacak; işçi işe iade tazminatı ile boşta geçen süredeki ücreti konusunda baskı altında tutularak davanın uzayacağı tehdidi ile uzlaşmaya çalıştırılacaktır.

Bu arada işverenler arabuluculuk süreci ile bu sürecin tüketilmesi ardından açılabilecek dava sürecinde işçinin sözleşmesine bağlı hiçbir hakkını ödemeyebilecektir. İşçi işten çıkartıldığında kıdem ihbar tazminatını, yıllık izin ücretlerini varsa diğer işçilik alacaklarını alamamış olacak, bu hakların ödenmesi arabulucu aşamasında işveren önerisini kabul etmesi koşuluna bağlanacaktır. Çalışma hakkının özünü oluşturan iş güvencesi hakkının bu ölçüde zayfalatılması ve daha da ileri bir kavram olarak dile getirilmesi gerekirse; iş güvencesinin “değersizleştirilmeye” çalışılması, demokrasiyle, emeğin hak ve özgürlükleriyle, hukuk devleti ilkeleriyle asla uyuşmaz, uyuşamaz…

Hak Arama Özgürlüğü Parçalanıyor

Demokrasinin ve hukuk devleti olmanın temel kurallarından biri hak arama özgürlüğünün sınırlandırılmamasıdır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 8. Maddesine göre; “Herkesin anayasa ve yasalarla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.”

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin Adil Yargılanma Hakkı başlıklı 6. Maddesine göre; “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen  suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.”

Ve yine Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesi aynen şöyledir: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.”

Türkiye’nin imzaladığı ve her biri Anayasa hükmü niteliğinde bulunan hükümlerle Anayasanın 36. Maddesi uyuşmazlıklarda dava açılması şartını öteleyen arabuluculuk ön koşulu getiren düzenlemenin demokrasiyle bağdaşmadığını somut olarak göstermektedir. Çünkü hak arama özgürlüğü, hakları ihlale uğrayan bireylere, kurumlara ve kuruluşlara, yapılan haksız müdahalelerin önlenmesi ve varsa olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması amacıyla yetkili merciler ile yargı makamlarına başvurabilme olanağının tanınmasını gerekli kılar.

Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararlarda bu durum somut biçimde dile getirilmiştir: “Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkının geciktirilmesi, kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 14.06.2017 tarih ve 2017/24 E., 2017/112 K., para.19)”

Kişilere yargı önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Dava hakkının kullanılmasının haksız, eşitsiz bir önkoşula bağlanması hakkın özüne müdahale anlamına gelmektedir.

Sınıfsal, Toplumsal Ve Tarihsel Görev

Temel insan haklarına, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik açık bir saldırı durumuna dönüşen zorunlu arabuluculuk sistemi aynı zamanda yıllar içinde edinilmiş birçok sosyal ve sendikal kazanımı  güçsüzleştiren bir uygulama durumu dönüşecektir.

Sendikalar bu ve benzeri gelişmelerde susan-bekleyen-öteleyen bir tutum yerine doğrudan, açık, ikircimliksiz ve kararlı bir tutum almalıdır. Sendikaları “sendika” yapan ilkeleri yaşama geçirmek, bunun için mücadele etmek tam da budur.




İlgili Makaleler

Başa dön tuşu