Toplumsal Cinsiyet ya da Kadın Yapılmanın Hikayesi – Necla Akgökçe
Bir süredir yaşamın her alanında olduğu gibi sendikal dünyada da sıkça kullandığımız bir kavram var: toplumsal cinsiyet. Mesela toplumsal cinsiyet çalışmaları diyoruz; toplumsal cinsiyet eğitimi, sendikal metinlerin toplumsal cinsiyet açısından gözden geçirilmesi, toplumsal cinsiyet hassasiyeti, toplumsal cinsiyet hassasiyetlerini gözeten bir dil, nihayet tüm politikalara (sendikal politikalar da dâhil olmak üzere) toplumsal cinsiyet boyutu katmak ya da toplumsal cinsiyetin ana akım haline getirilmesi (gender mainstreaming)… Bu ifadelerin hepsinin aslında teker teker açıklanmaya ihtiyaçları var. Çünkü çoğu kez, özellikle de sendikalarda, toplumsal cinsiyet başlığı altında yürütülen çalışmaların sadece kadınlara dair olduğu sanılıyor. Oysa toplumsal cinsiyet çalışmaları eğitimi kadın ve erkek sendika üyelerinin hepsini birden kapsar. Bir sendikada erkek üyelerin, uzmanların, yöneticilerin yukarıdan alınan bir kararla toplumsal cinsiyet eğitiminden geçirilmesi gerekir. Zira sendikanın politikalarının cinsiyetçilikten arındırılması, her alanda ve düzeyde toplumsal cinsiyet temelli yeni politikaların oluşturulması bu eğitimlerden geçen erkek ve kadınlar aracılığıyla ve kurulan mekanizmalarla gerçekleştirilebilir ancak. Ayrıca sendikaların “toplumsal cinsiyet meseleleri” bölümlerinde görev yapan insanların kadın olma zorunluluğu yoktur. Bu tür yapılar (işleyişleri genelde kadın komisyonlarına bırakılsa da) kadın ve erkeklerden oluşur, yani karma bir yapıya sahiptir. Sendikalarda yürütülen toplumsal cinsiyet çalışmalarına ilişkin ikinci bir yanılgı da bu çalışmanın, kadın komisyonları tarafından yürütülen “kadın ve eşitlik” mücadelesini gereksiz kıldığı ya da onu kapsamı içine aldığıdır. Bu iki çalışma birbirini dışlamaz, birbirinden güç alarak ilerler.
Eşitler arası eşitlik
Bir sendikada toplumsal cinsiyet çalışmalarının nihai amacı, örgüt içinde ve işyerlerinde kadın erkek eşitliğini sağlamaktır. Eşitlik ancak gerçek eşitler arasında mümkün olabilir. Ama erkek egemen bir toplumda kadınlar daha çocukluktan itibaren kendilerine dayatılan roller çerçevesinde pek çok haktan ve olanaktan yararlanmadan yetiştirilmişlerdir. Farklı koşulların ürünü olan iki cinsiyeti bir noktadan sonra, “Haydi bakalım, kadın erkek eşittir,” diyerek eşit kılamazsınız. Eşit olmayanları eşitlemeye çalışmak, biçimsel bir eşitlik anlayışıdır. Bunu aşmak için öncelikle yaşam boyu uğradıkları cinsiyet temelli ayrımcılıklar neticesinde engellenmiş kadınlara bazı özel önlemler, teşvikler aracılığıyla destek olarak onları erkeklerle eşit bir noktaya taşımanız gerekir. Buna ise pozitif ayrımcılık (lehte ayrımcılık) adı verilir. Pozitif ayrımcılığı, sendikalar içinde “Kadın ve Eşitlik” çalışmaları, büroları, grupları hayata geçirir. Batı’da kadın komisyonları aracılığıyla 1950’lerde başlayan bu çalışmalar, kadınların bilinçlendirilmesi, güçlendirilmesini kendine hedef alarak bugüne kadar varlıklarını sürdürmüştür. Kadın ve eşitlik çalışmaları olmadan yürütülen toplumsal cinsiyet temelli stratejiler, eksik kalır var olan eşitsizlikleri yeniden üretir.
Rollerimiz ve biz
Peki, yazının girişinden itibaren sık sık kullandığımız toplumsal cinsiyet kavramı ne anlama geliyor? Kadın ve erkekler olarak dünyaya geliyoruz ve bu bizim cinsiyetimizi oluşturuyor. Cinsiyet genellikle doğaya bağlanır. Ama toplumda kadın ve erkeklerin cinsiyet özellikleri olarak tanımlanan ve çoğu zaman da doğayla açıklanan “kadınlar uysal ve uyumludur, erkeklerin kafası matematiğe ve tekniğe yatkındır” şeklindeki saptamaların biyolojik gerçeklikle (cinsiyetle) alakası yoktur. Bunlar, bütünüyle o toplumun o tarihsel dönemindeki kadın ve erkeklik tasarım ya da algılarıyla ilintilidir. İşte, cinsiyetin toplumda her gün üretilen ve yeniden üretilen bu haline toplumsal cinsiyet denir.
Toplumsal cinsiyet: Toplum içinde yaşayan kadın ve erkeklere sosyal, kültürel olarak çizilen, dayatılan roller bütünüdür. Bu roller toplumun bizden beklentilerini de içerir aynı zamanda. Ve bu nedenle kadınları baskı altına aldığı gibi erkekleri de baskı altına alabilir. Bugün yeni doğan bebeğine bakmak isteyen bir erkek olabilir. Onun bu arzusunu yerine getirmesi için iş yaşamında gereken düzenlemeler yapılmalıdır. Veya erkekle benzer işi yapan bir kadın toplumda kadın işleri daha değersiz olduğu için düşük ücret alıyorsa, çalışma yaşamında vasıf tanımlarının yeniden yapılması gerekir.
Toplumsal cinsiyet rolleri kadın ve erkeklere doğumdan hatta doğum öncesinden başlayarak aile, eğitim, hukuk, siyaset vs. gibi mekanizmalar aracılığıyla öğretilir. Bebekler doğmadan önce onlara kız ve erkek çocuk olmalarına göre isimler hazırlarız. Kız çocuklarına Yasemin adı koyarız. Bir çiçek gibi kokulu ve narin olmasını isteriz. Erkek çocuklarına Mert, Cenk gibi adlar koyar; onların sert ve savaşkan olmalarını isteriz. Kızlara verilen oyuncak bebekken, erkeklere verilen oyuncak araba, tank olur. Bu biçimde çocukları ilerideki rollerine, toplumun bizden beklentilerine göre hazırlarız. Kadınlar çocuk bakacak, erkekler araba sürecektir. “Kadınlar iyi araba süremiyor, kötü park ediyor,” gibi cümlelerin arka planına gittiğimizde, kadınların yeteneksizliğini değil, toplumdaki kadınları eğitme, kız çocuklarının yetiştirilme hikâyesini görürüz.
Değişen roller
Toplumsal cinsiyet, toplum içinde tarihsel dönemlere göre değiştiği gibi farklı kültürlere göre de değişebilir. Mesela 1850’de Orta Avrupa’da bir üniversiteye gittiğinizde orada kadın öğrenci görmeniz pek mümkün değildi. O zamanlar kadınlar üniversiteye gidemezdi. Neden gidemezdi? Çünkü onlar kadındı. Ünlü fizikçi Albert Einstein’in Relativite teorisini inşa ederken, matematik problemlerini çözdürdüğü iddia edilen eşi Mileva Mariç Einstein (1875-1948) Zagrep’te kızlar üniversiteye alınmadığı için Zürich’e giderek matematik ve fizik okuyup doktor olmuştu mesela. Aynı dönemde İstanbul’da bir hastaneye gittiğinizde kadın doktor göremezdiniz. Neden? Çünkü kadınlar tıp okuyamaz, hekim olamazdı. O zamanın geçerli kadınlık algısı buydu. Kadınlık o vakitler (aslında belli kesimler açısından bu vakitler de) annelik, eşlik üzerinden tanımlanıyordu. Artık kadınlar üniversiteye gidebiliyor, hekim de oluyor, mühendis de. Kadınların 19. yüzyılın sonunda üniversiteye giremeyişlerinin nedeni onların okumaya kafalarının yatmaması, matematikten anlamaması değil, toplumun o dönemindeki erkeklik düzenidir. Toplumsal cinsiyet rolleri zaman içinde değişiyorsa kadınların bazı alanlarda bugün uğradığı ayrımcılıklar, dışlanmalar, ikincilleştirilmeler de tarihseldir, değişebilir. Bunun için ailelerin, kurumların, toplumun, devletin kadınlarla erkekleri eşit bir birey olarak görmesi, kadın erkek eşitliğinin inşası için bir takım önlemler alması, yasalar çıkarması, velhasıl ayrımcılıklarla mücadele etmesi gerekir.
Kavramın zamanda yolculuğu
Toplumsal cinsiyeti keşfeden ve kavramı ilk kullanan kadın hareketidir. Kadınlar bu kavramı, toplumdan kaynaklanan eşitsizlikleri kadınların doğasına bağlayıp onları eğitim, iş yaşamı, siyaset gibi kamusal alanlardan dışlayan erkek egemen zihniyete karşı çıkmak için kullandılar. Böylece de, eşitsizliklerin doğadan değil toplumdan kaynaklandığını vurguladılar.
Toplumsal cinsiyet kavramının kadın hareketinin dışına çıkması, 1985 yılında Nairobi’de yapılan Birleşmiş Milletlerin Dünya Kadın Konferansı’nda dile getirilmesiyle mümkün oldu. Ama bunun bir politika, bir strateji haline gelmesi için 10 yıl daha beklemek gerekiyordu. 1995’de Pekin’de yapılan BM Dünya Kadın Konferansı’nda ilk kez gender mainstreaming (toplumsal cinsiyetin ana akımlaştırılması) kavramı kullanıldı.
Bu stratejinin yaygınlaşması ise Ekim 1997’de imzalanan ve Mayıs 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması ile oldu. Amsterdam anlaşmasından sonra Batı’da bazı konfederasyon ve sendikalar bünyelerinde toplumsal cinsiyet izleme komiteleri kurarak çalışmalara başladılar.