Çamaşırlar, Pencereler, Evler, Kadınlar Birbirine Değdiğinde…
Meral Akbaş
Çocukluğumun geçtiği mahallede iki ev vardı birbirine çamaşır ipiyle bağlanan. Bir makaranın ucunda çamaşırlar bir o yana giderdi, başka bir gün diğer tarafa; böyle zamanlarda bu iki ev birbirine doğru çekilirdi, yakınlaşırlardı sanki. Sokağın ortasına kurulmuş bu gündelik köprünün altından geçerken merakla çamaşırlara baktığımı, ait oldukları evlerin içini, o evlerde kimlerin yaşadığını hayal ettiğimi hatırlıyorum. Büyük ihtimalle yer darlığından veya yer yokluğundan evdeki kadınların birbirleriyle anlaşarak buldukları bu çamaşır kurutma yöntemini bana bugün yeniden hatırlatan şey, Meksikalı sanatçı Beatriz Gutierrez’in Hermandad adlı her rengin birbirine değdiği, karıştığı bir çizimi. Türkçe çevirisiyle Kardeşlik‘te kat kat evler var birbirine bakan; önünde, kenarında bitkilerin yeşerdiği, çiçeklerin açtığı renkli pencereler açık. Evden eve uzanan iplerin üstünde çamaşırlar var yine. Pencerelerden, balkonlardan, kapı önlerinden, çatılardan kadınlar bakıyor birbirine, renkli çarşaflar uzanıyor aralarında. Çarşafların uçlarından tutarken el ele de tutuşuyorlar sanki. Evler arasına rengârenk kumaşlardan yollar dikmiş bu kadınlar, şimdi de karşılıklı çırparken o yolları tüm tozları, ağırlıkları, karanlıkları atıyorlar sanki üzerlerinden. Belki bu sebeple, binaların birinden düşmekte olan kırmızı elbiseli bir kadın, düşmüyor da uçuyor gibi görünüyor. Önce iki ucundan iki kadının tuttuğu çarşafa konuverecek narince, sonra yavaşça aşağıdakine süzülecek ve ardından, hiç canı yanmadan kendini gitmek istediği yerde buluverecek. Kadınların başından sonuna mutlu olduğu bir masalı anlatıyor Beatriz Gutierrez; birbirlerine doğru açıldıkları evlerini, evlerinin içini birbirlerine doğru açtıkları bir masalı…[1] İşte Gutierrez’in bu renkli masalı, iki bina arasına çekilmiş bir ipte sallanan çamaşırlar, çamaşır ipinin yerini almış renkli çarşaflar ve aslında evden eve, binadan binaya, uzaktan uzağa birbirine uzanan, birbirini tutan eller, benim az önce çamaşır kurutma yöntemi olarak tanımladığım bir tür “ev idaresi çözümü”nün evden taşan anlamları üzerine yeniden düşünmeye de davet ediyor.
İki ev arasında bir ipin üstünde gidip gelen çamaşırlarla mesela, farklı evlerin hikâyeleri evden çıkıyor, birbirine değiyor, sokağa karışıyor; kadınlar evlerinin hikâyelerini bir çamaşır ipine diziyor, başka bir kadına gönderiyor, diğeri de penceresine gelen bu hikâyeyi kabul ediyor, kendi hikâyesini ipe dizeceği günün gelmesini bekliyor. Bir ipin iki ucunda iki kadın birbiriyle konuşuyor; birbirine açılıyor, birbirine evini, içini açıyor. Bir ütü masası üzerinde yazdıklarını kelime kelime kesip yerlere dizen, iplere mandallayan, çengelli iğnelerle perdelere tutturan, sonra da dizdiği, mandalladığı, tutturduğu hecelerin, kelimelerin sürekli yerini değiştirerek, onları farklı biçimlerde yan yana getiren yazar Sevim Burak’ın şu sözleri aklıma geliyor: “Kelimeler yerine bayraklar, eşyalar koyabilirim. Bütün mesele hayatımızın içine karışmış olan bir yaşama dönüşmesi, paçavraların, bezlerin, örtülerin konuşması, bize anlatması…”[2] Bana kalırsa, Beatriz Gutierrez’in Kardeşlik‘i de, birbirine çamaşır ipleriyle bağlanan evler de, evden eve birbirine uzatılan tüm o paçavralar, bezler ve örtüler de aynı şeyi söylüyor; evin, “dört duvar olarak ev”in dar olduğunu; daha doğrusu, evin, evin içinde kalamayacak, evin içiyle sınırlandırılamayacak kadar dışarıyla, sokakla, başkalarıyla kurulan bağlarla kurulduğunu…
Ev ve dışarısı arasına kes(k)in sınırlar koyan, evi özel alan olarak tanımlarken bu “özel” alanı ailenin, evin ve “kadının yeri” olarak işaretleyen, evin dışında kalan alanı kamusal olarak adlandırarak politikanın alanı olarak tanımlayan, dolayısıyla evi tüm eşitsizlik ilişkilerinin dışında, doğal, verili, eleştirilemez ve değiştirilemez bir siyaset dışı alan olarak tanımlayan liberal söylemi, feministler uzun zaman önce “Özel olan politiktir!” diyerek eleştirdiler; kadınların ev içindeki gündelik deneyimleri, evin mekânında kadınların erkeklerle ve birbirleriyle kurdukları ilişki biçimleri, farklı kadınların farklı evleri, farklı sınıftan ve/ya etnisiteden kadınların aynı evde ne yaşadıkları üzerine tartıştılar, yazdılar. Özel alanın durağan ve sabit bir toplumsal ilişki biçimi olarak, evin kadının mağdur olduğu, boyun eğdiği, itaat ettiği bir alan olarak tanımlanmasına karşı çıktılar; evi, kadınların “kendi güç ve özerklik kaynakları[nı]” yarattıkları, belli stratejiler geliştirerek kendilerine farklı hareket alanları açtıkları bir kadınlık bilgisi alanı olarak ele almanın önemli olduğunu gösterdiler.[3] Fakat bunu söylerken, evi var olan toplumsal eşitsizliklerin ve devlet otoritesinin dışında ve/ya ötesinde bir yere koymadan, aksine dışarıyla, sokakla, “dışarıda ve dışarısı için” yapılan politikayla bağı kesilen evi, ev içi emeği, anneliği, kadın bedenini, cinselliği, kadına yönelik şiddeti politik meseleler olarak, feminist politikanın meseleleri olarak yeniden tanımladılar.
Şimdi o iki evin arasın(d)a uzanan ip üstündeki çamaşırlara dönecek olursak, bezlerin, örtülerin ne anlattığına dönüp yeniden bakarsak, belki artık ev içi emeğin sürekli döngüsünü, yeniden üretimin bir parçası olarak kadınlar tarafından sürekli yıkanan erkek çamaşırlarını, bakım emeğinin bir işareti olarak yıkanmış çocuk giysilerini, sadece yıkanan çamaşırları değil de bulaşıkları da, evde pişen yemeği de görebiliyoruzdur. Bir ipin üstünde evden sokağa taşanlar, sanıyorum artık bize kamusal ve özel alan, ev ve dışarısı arasındaki sürekli ilişkiyi de anlatmaya başladılar. Yani iki kadının pencereleri arasında gidip gelen çamaşırlar, bir evin içinde kadınların doğurarak, besleyip büyüterek, dışarıda çalışanları bir sonraki güne hazırlayarak, çocuklara, yaşlılara ve hastalara bakarak toplumsal hayatı nasıl yeniden ürettiğini görünürleştirmiş oldu.[4]
Bu yazıda camdan cama gerilen çamaşır ipini, bu ipe asılan çamaşırları aslında evin ve sokağın nasıl da iç içe olduğunu, ev içi emeğin kendi mekânsal sınırını aşan bir alanı değiştirip dönüştürdüğünü, bazen de iki kadının dünyasını birbirine bağladığını anlatan bir metafor olarak kullanmaya çalıştım; bu benzetmeyi yaparken, o iki ev arasında o ip durdukça kadınların da birbirleriyle bağlantıda olacaklarını, birbirlerine pencerelerini hiç kapatmadıklarını, kapatmayacaklarını hayal ettim. Bunu hayal ederken, kadınların ve çocukların yaşam hakkını koruyan, güvence altına alan İstanbul Sözleşmesi’nin bir gece aniden tek taraflı bir Cumhurbaşkanı Kararıyla feshinden sonra yapılan bir kadın eyleminde gördüğüm şu döviz de hep hatırımdaydı: “İstanbul Sözleşmesi’nin nesinden korktun?”
Pencereler artık açıldığı için olmasın bu korku, kadınlar pencerelerini açtıkları için; evde, içlerine sakladıkları, sakladıkça çoğalan öfkelerini söylemekten çekinmedikleri, korkmadıkları için… Başka kadınlara el uzattıkları, destek oldukları için… Henüz açılmayan pencerelerin bir gün birbirine açılacağını, evin içinde kötü, çirkin her ne varsa hepsinin ortaya çıkacağını bildikleri için…
Kadın hakları üzerine katıldığım ilk eğitimlerden birinde, evde ya da kapalı herhangi bir başka mekânda şiddete uğrayacak olursak ilk yapmamız gereken şeylerden birinin pencereleri açarak bağırmak, yardım istemek olduğu söylenmişti. O günden beri evlerin pencerelerine daha çok bakıyorum: İpler, çamaşırlar olmadığında, pencereler nasıl açılacak birbirine; ya da, ne olur her zaman açık olsa birbirine?
Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
…
Bir pencere, yeter bana…
(Furuğ Ferruhzad, Pencere)
[1] Beatriz Gutierrez, Kardeşlik‘i 29 Mayıs 2018’de Ankara’da bir binanın yirminci katından atılan ve hayatını kaybeden gencecik bir kadına, Şule Çet’e ithaf etmiş. Belki ancak pencerelerini birbirlerine açtıklarında kadınlar, birbirini kurtarabildiğinden; belki de tutamadıysalar da düşerken, Şule’yi yalnız bırakmayan, davasını takip eden tüm kadınlar aslında evlerinden birbirlerine ellerini uzatıverdiğinden…
[2] Sevim Burak, Mach 1’dan Mektuplar, İstanbul: Logos Yayıncılık, 1990, s. 55.
[3] Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler, İstanbul: Metis, 1997, s. 13.
[4] COVID-19 salgınının kadınların hayatına etkisi üzerine yapılan ve yakın zamanda Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği tarafından sonuçları açıklanan Salgında Kadın Olmak Araştırması’na göre, kadınlar, salgın sürecinde daha da yoksullaştıklarını, ücretsiz bakım emeği yüklerinin arttığını ve hane içinde var olan şiddetin devam ettiğini belirtiyorlar. Ayrıntılı bilgi ve rapor için bkz.: https://www.stgm.org.tr/sites/default/files/2021-02/salginda-kadin-olmak-uzun-rapor-final.pdf [Erişim tarihi: 6 Nisan 2021].