gençemek sayı 10

“#Adaletyokbizvarız” Saygı dizisi üzerinden adalet kavramı tartışması…

Şafak Rüzgar YILDIZ

Özellikle Behzat Ç. hayranlarının heyecanla beklediği Saygı dizisi BluTv’de yayınlandı ve hatta aslında mini dizi olarak tanıtılan, yani tek sezonda biteceği ifade edilen dizi sezon finalini yapıp izleyenlerini soru işaretleri ile baş başa bıraktı.

Neden Behzat Ç. hayranları heyecanla bekledi? Çünkü Saygı’nın Ercüment Çözer’i Behzat Ç. dizisinden kopup gelen bir karakter. Bu kopup gelme meselesine “Spin-off” yani yan dizi diyorlar. Ercüment bu kopuşta bazı dönüşümlere uğramış elbette ama biz Behzat Ç. severler Behzat Amirim ile Ercüment Çözer’in yine “saygı” kavramı çerçevesinde kesiştiklerini ve bu kavramın Çözer tarafından sıkça zikredildiğini biliyoruz.

Saygı’nın senaristi yine Behzat Ç.’nin senaristi Ercan Mehmet Erdem. Yönetmen Arog ve Hokkabaz gibi filmlerin yönetmeni Ali Taner Baltacı. Saygı genel hatlarıyla  “adalet kavramı” üzerine yoğunlaşmış bir suç dizisi olarak tanımlanabilir.

Ercüment Çözer karakterini Nejat İşler, Ercüment’in çocukluk arkadaşı olan Yavuz’u Erkan Can, adaleti sağlamaya yeminli iki genci, Savaş ve Helen’i Boran Kuzum ve Miray Daner, Cumhuriyet Savcısı Halit Mehmet Güçlü’yü Tansu Biçer ve realite programı tarzında gündüz kuşağı tv programı yapan Hasret Yakar rolünde Rojda Demirer canlandırıyor.

Adaletin peşine düşen Helen, babası ile sorunları olan bir genç kadındır. Babasının ikinci evliliğinden bir kızı daha olur. Helen kız kardeşine duygusal olarak güçlü bir bağ kurup aile olma hevesi güderken babası O’nu yine hayal kırkılığına uğratır…  Üniversitede fizik okuyan Helen bir yandan da tutkulu biçimde tiyatro yapmaktadır.

Savaş üniversiteye gitmeyi reddetmiş fakat kendi müfredatını kendisi oluşturmuş yani kendini entelektüel anlamda geliştirmiş biridir. Helen’in okuduğu üniversitenin arşivinde çalışmaktadır. Helen’i uzaktan izler ve hatta Helen’e hayrandır diyebiliriz. Bir biçimde yolları kesişir ve sevgili olurlar… Sonrasında başlarına gelen talihsiz olayalar ve onların haksızlıklara, adaletsizliklere karşı geliştirdikleri metotlar, dizinin ana örgüsünü oluşturur.

Adaleti sağlamak için yürüdükleri yolda çok zengin, nüfuzlu ve saygısızlık konusunda çok derin hassasiyetleri olan iş insanı Ercüment Çözer ile kesişirler.

Ercüment’e bakalım biraz… Beyefendi kendisi için  “ben bir kavramım” ifadesini kullanıyor. Adaletten beklenilenin kendisinde vücut bulduğunu ima ediyor. Her gece, öğlen kuşağında yayınlanan realite programlarını izleyip kendi deyimi ile “saygısız”ları, toplum kurallarına uymayanları, insanların hakkını gasp edenleri takip ediyor. Adalet dağıttıklarını düşünen Savaş ve Helen ile tanışmak ve onlara destek olmak için farklı bir kimlikle onların hayatlarına hızla giriş yapıyor. Burada senaryoda sarsıntılar hissediliyor tabii. Bu kadar kısa sürede Helen ve Savaş’ın, kim olduğunu bilmedikleri bu insana güvenmeleri konusunda, Savaş’ın zaman zaman soru işaretleri olsa da, kendisini polis memuru olarak tanıtan ve yaptıklarını onayladığı için onlara destek olmak istediğini söyleyen birine bu hızda bir güven duymak ne kadar inandırıcı o kısım sallantıda. Hikaye örgüsünde buna benzer aksaklılarla karşılaşıyoruz. Fakat iyi niyetle biz meselenin özüne, yani asıl tartıştırmak istenilen adalet kavramına odaklanalım.

Ercüment’i Helen ve Savaş ile buluşturan şu gündüz kuşağı programlarının ne kadar izlendiğini biliyorsunuzdur. TV’nin en çok izlenen saatlerinde yayınlanan dizilerin dışında, en çok izlenen TV yapımı Saygı dizisinde örnek alınan program olan Müge Anlı ile “Tatlı Sert” programı. Öyle ilginç hikayeler duyuyoruz ki filmlere taş çıkarır. Sosyal medyada da hızla yayılan bu tüyler ürpertici olaylar karşısında insanın içinde hızla gerçekleşen adalet arzusu uyanıyor. İşte Saygı’da yer yer gerçek görüntülerden oluşan kısa kesitlerle sağlanmayan adalete çok sert eleştiriler yapıyor.

Daha önce buna benzer içerikler izledik gerek film gerek dizi yapımlarında. Hatta en son yine bir dijital platform yapımı olan Şahsiyet’de müthiş bir katarsis yaşamıştık. Şimdi Saygı da bize bu duyguyu tattırıyor.

Oyunculuklar, çekim ölçekleri, ışık vs. etkilendiğimiz sahneler var, “olmamış bunu niye yapmışlar” dediğimiz sahneler var. En kötü sahneyi sezon sonunda izleyince “Aaa bunu diyormuş” diyeceksiniz eğer hala izlemediyseniz. Ama ben işin bu kısmında olmayacağım. Biçim ve içeriğin organik bir bütünlüğünün olması gerektiğinin bilincinde ve fakat az evvel dediğim gibi yapıtın asıl derdine, içeriğe, yani adalet kavramına odaklanacağım.

İnsanlık tarihinin üzerine yoğunlaştığı, çok çeşitli argümanlarla tartışmaya açılan bir kavram, ‘adalet’. Bu kadar çok tartışılması bize bu kavramın tanımının net biçimde yapılamasının da ne kadar güç olduğunu kanıtlıyor.

Felsefe tarihinin derinden irdelediği bu kavram sonrasında hukuk ve sosyolojinin alanına girip oraları da birbirine katıyor… Düşünsenize hayatımızın her anında karşılaşacağımız bir kavram. Doğrudan yaşıyoruz… Otobüse binerken, ekmek alırken, bir sohbet esnasında… Adil olmak özellikle kişinin kendisiyle mücadele etmesini ve ciddi çaba gerektiriyor. Ayrıca adaletsizlikle savaşmak da güç istiyor…

Dizide adalet nasıl sağlanıyor?

Helen kendisine tecavüz etmeye kalkan adamı, Savaş da kendisini taciz eden taksiciyi öldürmüş ve kendilerince adalet dağıtmaya bu olayların ardından başlamışlardır. Sosyal medyada gördükleri kadına yönelik şiddet uygulayan erkekleri bulup cezalarını kendileri vermeye başlarlar. Bu cezayı da sosyal medyada duyurup toplumun ciddi bir kesimini de arkalarına alırlar. Twitter’da trend topik olan #Adaletyokbizvarız etiketi ile milyonlarca insan onları kahraman olarak nitelendirir. Tüm bunlar olurken Savaş’ın kafasında zaman zaman adalet anlayışları konusunda soru işaretleri oluşur fakat Helen çok net ve kararlıdır.

Ercüment yaşadığı yerin bahçesinde oluşturduğu bir “rehabilitasyon merkezi”nde karşılaştığı ‘saygısız’ insanları alıkoyuyor. Bu sözünü ettiğimiz saygısızlık başlığının altında dedikodu yapmak, trafikte saldırgan tavırlar sergilemek, kadınları taciz etmek gibi alt başlıklar var. Islah olmayanları öldürüp arka bahçesine gömüyor olmasını da ekleyeyim tabii.

Ercüment geniş imkanları çerçevesinde oluşturduğu sistemi devam ettirirken takip ettiği öğlen kuşağı TV programında Savaş ve Helen’in oluşturduğu adalet sistemini görüp onlara ulaşır. Kimliğini gizleyerek onlara destek olur.

Helen ve Savaş’ı destekleyen milyonların içinde sen de var mısın?

Bir düşünelim; sosyal medyada bir video görüyoruz: Karısını ya da kızını döven bir erkek… Bu olayı da videoya çekip paylaşmaktan imtina etmeyen bir kişi. İzliyoruz ve içimizde bu eylemi gerçekleştiren kişiye karşı bazı vahşi duygular uyanıyor. Bir yandan da biliyoruz ki adalet gereken hızda ve etkide yetişmiyor bu olaylara. Sonra duyuyoruz ki bizim içimizden geçenleri birileri gerçekleştirmiş ve o cani yaptığının cezasını çekmiş.

Ya da bir sokak hayvanına saldıran, durduk yere hayvana zarar veren bir insan. İzliyoruz ya hani, sokak hayvanları için su ve yemek bırakan insanlar var; bir de o su ve yemek kabından rahatsız olup onları çöpe atan insanlar var. Bu insanları izlerken ne hissediyorsunuz?

Çok taze bir örnek vereyim mesela; Türkiye yakın zamanda insan hakları çerçevesinde değerlendirilen, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ya da bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekildi. Bu sözleşmenin adalet ve eşitlik kavramlarını desteklediğini, bu kavramların sağlanması için var olduğunu biliyoruz. Fakat bu bilgiyi bizim gibi algılamayanlar var. Yani bu sözleşmenin toplumun kültürel kodlarına uygun olmadığını iddia edenler var ve sayıları az da olsa onların bakış açısı kabul gördü ve iktidar sözleşmeden geri çekilme kararı aldı.

Şimdi bu geri çekilmenin ardından özellikle kadınlar ve diğer dezavantajlı gruplar adaletin olmadığına inanıyorlar. Peki, adalet yoksa  herkes kendi adaletini kendisi mi sağlamalı? Peki, bunu yaparken kimin doğrusuna göre hareket edeceğiz? Dost ve düşman kavramları kişiye göre değişmiyor mu?  İşte bu ve bununa benzer soruları Sokrates, Aristo, Platon… Hepsi sorup karşı argümanlar geliştirmiş. İşte bu göreceli kavramlar nedeniyle hukuk var olmuş.

Şimdi başa döneceğim… Hukuk gerçekten var mı? Olsaydı sosyal medyada binlerce hak ihlali vakası izliyor olur muyduk?

Gulabi Gang (Pembe Çete), duydunuz mu bu çeteyi?  2006 yılında Kuzey Hindistan’daki Banda bölgesinde Sampat Pal Devi tarafından kurulan bir kadın hareketi. Bu bölge çok sert bir kast sisteminin ve ataerkil bir kültürün baskın olduğu,  dar gelirli, yoksul insanların yaşadığı bir bölge. Ayrıca kadın okuryazarlık oranının düşük, aile içi şiddet, çocuk işçiliği ve çocuk yaşta evlilik gibi kadınlara ve çocuklara karşı işlenen suçların yüksek oranıyla öne çıkan bir bölge.

Gulabi veya ‘Pink Gang’ olarak bilinen örgütün Kurucusu Devi örgütleri için, “Biz, bilindik anlamda bir çete değiliz, adalet çetesiyiz” diyor.

Alın size adaleti kendi sağlamak zorunda kalanlar…

Şimdi kimin adaleti daha adil?

Toplum hangi adalete güveniyor?

Sizi bu sorularla baş başa bırakıp kendi adaletimi sorgulamaya devam ediyorum…




İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu