Kadınların görünen ve görünmeyen emeği
19. yüzyıldan itibaren kadınların fabrikalarda bir ücret karşılığı çalışma biçimi erkeklerle giderek benzeşiyor. Çalışma koşullarını iyileştirmek, kadın ve erkeklerin çalışma hayatında kalmasına devam etmek gibi başka bir yol da izlenebilirdi. Toplumsal zihniyet bunun yerine sadece erkeklerin iş başında usta ve vasıflı hale gelmesini teşvik ediyor. Bütün toplumsal yapı aslında karar alma mekanizmaları ile siyasette ve diğer alanlarda erkeklerin belirlediği bir yapı oluyor. Kadınlar fabrika işçiliğinden dışlanıyor ama çok sayıda kadın, yoksul kadın, kendi başına yaşayan kadın, evlilik birliği sonlanmış kadın işçiliğe devam etmek durumunda kalıyor, başka türlü yaşamlarını sürdürme olanakları yok. Bu sefer “sizlerin yeri fabrika değil, biz sizin buradaki varlığınızı adeta tolere ediyoruz” gibi bir yaklaşımla onlara düşük ücret veriliyor. “Nasıl olsa evde çalışan bir erkek var. Esas parayı o kazanıyor, kadınınki ek gelir.” diyor. Bu zihniyetin halen günümüzde varlığını koruduğunu da biliyoruz.
Bu gelişmelere bağlı olarak “bir doğal iş bölümü” ortaya çıkıyor. Aslında doğal bir bölümü değil bu: erkekler ev dışında gelir getirici işlerde çalışır; kadınlar da evin içindeki ev ve bakım işlerini üstlenir. Kadının bu emeğin bir karşılığı var mı, hayır yok. “Ellerine sağlık, çok takdir ettik, ne kadar güzel yapmışsın…” demenin dışında maddi bir karşılığı olmayan ve aslında bu yüzden de değersiz görülen bir emek. Bunun sonucunda yerleşen kalıp yargı da ‘‘Erkekler çalışır, kadınlar çalışmaz.’’ Kadınların birçoğuna Türkiye’de çalışıyor musun diye sorduğunuzda
“Yok çalışmıyorum.”
“Peki, ne yapıyorsun?”
“Evde oturuyorum.”
“Evde ne yapıyorsun?”
“Çocuk bakıyorum, yaşlı bakıyorum” diyaloglarına şahit olursunuz. Ev ve bakım işi çalışma sayılmıyor. Şimdi bunun böyle kurgulanması kadınları erkeklere tümüyle ekonomik olarak bağımlı hale getiriyor. Erkeklerin dudaklarından çıkan iki sözün kadınların kaderlerinde belirleyici olmasına neden oluyor. İşte kadınlar üzerindeki bu denetimi, özel olarak kadın emeği üzerindeki denetimi patriyarka ya da ataerkillik ya da erkek egemenliği olarak adlandırıyoruz.
Topyekün bir sistemden söz ediyoruz. Kadının çalıştırılmayıp evde emeğinin sömürüldüğü bir yapıda eğitim hakkı da elinde alınıyor. İlkokula gidip okuma yazma öğrenmesi yeterli görülüyor.
Dolayısıyla kadınların durumu anlamak için inceleme yaptığımız vakit kullanmamız gereken bazı kavramlar var. Ataerkillik bu anlamda en önemli kavramlardan biri. Bu, kadının emeği, bedeni, cinselliği üzerinde denetim sağlayan kurallar, ilişkiler, kurumlar, zihniyetler… Topyekün bir sistemden söz ediyoruz. Kadının çalıştırılmayıp evde emeğinin sömürüldüğü bir yapıda eğitim hakkı da elinde alınıyor. İlkokula gidip okuma yazma öğrenmesi yeterli görülüyor. Kadın bedeni üzerindeki talep, toplumsal yaşama katıldığında; “Hangi kıyafetle çıkacaksın! Dışarıda nasıl davranacaksın! Sakın yüksek sesle gülüp kahkaha atma sokaklarda! Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde dolaşma, kimsenin gözünün içine bakma!” Kadın cinselliği üzerindeki denetim: Kaç yaşında evleneceksin, kiminle evleneceksin, kaç çocuk sahibi olacaksın, evlilik dışı bir ilişkiye girdiğin vakit nasıl cezalandırılacaksın! Bütün bunlar aslında erkeklerin belirlediği kurallar tarafından kadınların hayatını etkiliyor ve bu kurallar yasalarla somut şeklini alıyor. Kuruluşlar bunların üzerinde etkili oluyor ve bu zihniyetle güçlü bir yapı ortaya çıkıyor. Yani mücadele etmemiz gereken düşmanın ne kadar güçlü olduğunu belirtmek istiyorum.
Bir diğer temel kavram ayrımcılık. Ayrımcılık cinsiyet, ırk, etnik köken, dini inanç, siyasi görüş ve başka birçok nedene bağlı olarak yaşanıyor ve son yıllarda özellikle daha çok ayırdına varılan bir durum. Engellilik ve benzeri durumlar nedeniyle de insanların ayrımcılığa maruz kaldığını görüyoruz. Kadınların maruz kaldığı ayrımcılığın ilk adımının kadının evin dışında bir gelir getirici işte çalışma konusunda kendi bağımsız karar almasının engellenmesi olduğu söylenebilir. İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda çeşitli kırılmalara uğramış ve eğitimli kadınlar açısından bu durum söz konusu olmasa da halen düşük eğitimli kadınlar için çok ciddi bir belirleyici davranış kalıbı olduğunu görüyoruz.
Kadının çalışma yaşamına katılmasına izin çıktı diyelim, sonra ne oluyor? Ayrımcılığın ikinci adımı burada karşımıza çıkıyor. Kadının üzerindeki ev ve bakım işleri yükümlülüğü onun ne tür işlerde yer alacağını belirliyor. “Evden çalış, evde bir şeyler üret sonra götürüp yakındaki pazarda satarsın. Böylece evdeki aile yükümlülüklerini de ihmal etmezsin.” ya da “Kısmi zamanlı çalış, git günde dört saat çalış eve geri gel. Çocuklar okuldan dönünce onların başında ol ya da geçici olarak çalış, üç ay çalış daha sonra çalışma” vb. Bütün bunların hepsinin güvencesiz çalışma biçimi olduğunu ve çalışma hayatının, çalışanlara getirdiği temel haklardan ve sosyal güvenlik haklarından yararlanmasına imkân tanımadığını belirtmek gerekir. Özellikle kayıt dışı olması ve böylece sosyal güvenlik haklarından yararlanamamak…
Üçüncü adım, işe alınma pratiklerinin içerdiği ayrımcılık. İşverenlerin kadınlara tanımladıkları uygun işler var; kadınların düşüncelerinde de kadınlara ve erkeklere uygun işler var. Bir kere arayacağı işleri daha mesleğini seçerken baştan sınırlamış oluyor. İşe alınma sürecinde de özellikle vasıflı mesleklerde, bir kadın maden mühendisinin madende çalışması hoş görülmeyerek işe alınmaması bunun bir örneğidir. Çeşitli teknik alanlarda ciddi şekilde karşımıza bu durum çıkıyor.
Kadın ve erkek çalışanlara farklı ücret uygulanması ya da yasal olarak bunun denetlendiği durumlarda erkekleri mesleki eğitime katma ve daha sonra daha yüksek pozisyonlarda görevlendirme noktasında onlara öncelik verilmesi ve böylece onların daha yüksek ücretlere erişmesinin sağlanması, ayrımcılığın bir başka boyutudur. İşten çıkartma söz konusu olduğunda da önceliğin kadınlara verilmesi başka bir durumdur. Çünkü evi erkeğin geçindirdiği ve bu yüzden öncelikle biri işten çıkartılacaksa kadın olması gerektiği düşüncesi halen toplumda yaygındır.
Ve bir diğer ayrımcılık, özellikle de kadınların insan hakkını en çok ihlal eden cinsel taciz. Şiddetin iş yaşamında en çok dışa vuran biçimlerinden biri ve kuşkusuz mobbing, psikolojik taciz bunlara eklenebilir. Bu sayılanlar sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada gözlenen en büyük sorunlardan. Yani ataerkillik dediğimiz sistem olarak karşımızda duran kadın düşmanı işleyiş bütün dünyada var. Dolayısıyla baktığınız vakit ülkelere göre farklılaşmakla birlikte hemen her yerde kadınların çalışma yaşamında erkeklerden daha düşük oranda yer aldığını görüyoruz. Belirtmek gerekir ki, her ülkede kadınların mücadelesine bağlı olarak elde edilen kazanımlar, onların gerek çalışma hayatında gerek toplumsal hayatın diğer alanlarında, başta siyaset olmak üzere daha eşitliğe yakın konumlarda olmasına imkân tanıyor. Yüzde yüz eşitlik olan yer yok; ama daha yakın olan ülkeler kuşkusuz var. En iyi bilinen örnekler İskandinav ve Kuzey Avrupa Ülkeleri.
Türkiye’deki kadınların işgücüne katılım oranı %32; her 100 kadından 32’si işgücüne katılıyor. Oysa dünya ortalaması %49. Yani Türkiye dünya ortalamasının epey gerisinde kalıyor. Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkelerinin ve bir de Güney Asya Ülkelerinin üstünde.
2020 yılında Covid-19 salgını nedeniyle ekonomik olarak ciddi bir kapanma ve durgunluk süreci yaşandı. Sayıların daha düştüğü bir yıl olması nedeniyle TÜİK istatistikleri 2020 verilerine baktığımızda karşımıza biraz daha kötü bir tablo çıkıyor. Ama son 10 yıl aralığında baktığımızda çok da fark eden bir şey olmadığını söylemek mümkün. Her 100 kadının 30’u işgücünde, erkeklerde her 100 erkekten 68’i işgücünde, yani erkekler kadınların iki katından fazlası. İşsizlik durumu nedir diye bakıldığında kadınların işsizlik oranı erkeklerinkinden daha yüksek. 2020 yılında her 100 kadından 17’si işsiz; erkeklerde ise 12 kişi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken ayrım; tarım ve tarım dışı. Bizim için önemli olan tarım dışı işsizlik oranları. Çünkü tarımda bir şekilde herkes bir işle meşgul olduğu için kimse kendisi işsiz olarak söylemez; ama kente, tarım dışına bakıldığında her 100 kadından 21’i işsiz iken her 100 erkekten 14’ü işsiz. Kadın iş arama faaliyetinde bulunduğu vakit iş bulma şansı erkeklere kıyasla daha düşük çünkü işgücü piyasasının tümüyle cinsiyete göre ayrışmış bir yapısı ve buna göre oluşmuş işveren tercihleri var.
Görünen emek kategorisi içerisinde yer alan ve istatistiklerin kapsamına giren ücretsiz aile işçiliğine dikkat etmek gerekir. Ücretsiz aile işçisi özellikle tarımda, küçük tarım işletmesinde kadınların tarlada, bağda bahçede çalışması anlamına geliyor. Erkekler tarla sahibi olarak kendi hesabına çalışan görünürken kadınların da ücretsiz aile işçisi olması şunu ifade eder; elde edilen hasatı erkekler götürüp satıyorlar, para onların eline geçiyor, kadınların eline geçen herhangi bir nakit yok. Yani kadınlar, tüm gün çok daha ağır emek harcamalarına rağmen çalışmalarının bir maddi karşılığı yok.
Bir diğer grup kendi hesabına çalışma. Kadınların yüzde 9’u, erkeklerin yüzde 20’si bu grupta çalışıyor. Çok daha düşük oranda işveren konumunda kadın ve erkek var ama bu grupta da arada ciddi bir açık var. Kendi hesabına çalışma aslında korunmasız bir çalışmadır. Kadınlar ücretsiz aile işçiliğinde gelir elde etmiyor ve sosyal güvenlikten yoksun. Kendi hesabına çalışmada genelde bir gelir elde ediliyor ancak çoğu zaman, çok büyük oranda, bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı değiller. Yani kâğıt üzerinde BAĞ-KUR’a üye olabilirler ancak bir önemi yok çünkü primlerini ödeyemiyorlar. Elde ettikleri gelir o primleri ödeyecek yükseklikte değil. Dolayısıyla da onca yıllık çalışmadan sonra emekliliğe hiçbir şekilde hak kazanamıyorlar. Sosyal güvenlik kapsamı dışında çalışmaya bakıldığında tarımda çalışan kadınların neredeyse tamamı bu anlamda kayıt dışı, erkeklerin de %76’sı kayıt dışı. Tarım dışında da her beş kadından biri ve her beş erkekten biri kayıt dışı çalışıyor. Ücretli çalışanlarda da var kayıt dışılık; kendi hesabına çalışanlarda da var. Kendi hesabına çalışanlarda çok daha yaygın; ama ücretli ve yevmiyeli çalışanlar arasında da ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
İş yaşamındaki ayrımcılığın yansımalarının çok somut görüldüğü bir diğer alan kadın ve erkeklerin ortalama yıllık gelirlerindeki fark. Eğitim düzeylerine göre bu farklılığı görebilirsiniz. Sayıları az da olsa da okuryazar olmayan işçiler halen var. Bu durumdaki kadınlar erkeklerin aldığının% 69›unu alıyor. Muhtemelen tarımda ücretli işçi olarak çalışan kişiler bunlar. Okul bitirmeyenler, lise altı eğitimliler ve lise dengi okul mezunları kadınların eline %60-68 aralığında ücret geçiyor erkeklere kıyasla. Üniversite mezunu kadınlar açısından baktığımızda %73… Yani üniversiteyi bitiriyor kadın, bir işyerinde çalışmaya başlıyor ama halen erkeklerin aldığıyla eşit alamıyor. Yükseltme mekanizmalarının erkekler lehine işliyor olması ve kadınların alt pozisyonlarda kalmaları bu gelir açığının doğmasında rol oynuyor.
İşgücünün dışında kalan yaklaşık 10 milyon kadın ev işleri ile meşgul olduğu için iş gücünün dışında yer alıyor. Yani evde bakım işlerinin sorumluluğunu taşıdığı için gelir getirici bir işte çalışamıyor. Bir diğer grup emekliler, sadece her 100 kadının 6’sı emekli olabildiği için işgücünün dışında kalıyor. Gelir getirici işte çalışamayan, çalışsa bile kayıtlı bir işte çalışamayan kadınların çok azının emekli olabileceği açık.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus çalışmak isteyip de çalışamayanlar. 22 milyon kadının içinde yaklaşık 3 milyon kadın diyor ki “Ben çalışmak istiyorum ama küçük çocuğum var, bırakacak yerim yok, dolayısıyla iş arayamıyorum” ya da “iş aradım aradım, bir türlü bulamadım, o yüzden artık umudumu kaybettim iş aramıyorum.” Bunlar resmi işsiz kayıtlarına girmiyorlar, girmedikleri için de burada çalışmak isteyip de çalışamayanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Demek oluyor ki, ev içi işler ve sorumluluklar kadınları gelir getirici çalışmaya katılmaktan alıkoyan başlıca engeller olarak, kadının görünmeyen emeği olarak karşımıza çıkıyor.
Temizlik, alışveriş, yemek yapma, çocuk-yaşlı hasta bakımı… Bütün bunlar aslında toplumsal refah için olmazsa olmaz ama bir değer affedilmeyen faaliyetler. Milli gelir hesaplamasına eğer bu çalışma da dâhil edilseydi, ülke gelirlerinin %30 civarında artacağını tahminler gösteriyor. Yani kadınların ekonomiye %30 civarında bir katkısı var ve o görünmüyor.
1995 yılında Birleşmiş Milletler 4. Dünya Kadın Konferansı tüm dünyadan on binlerce kadının katılımıyla müthiş kitlesel bir etkinlik olarak gerçekleşti ve kadınlar taleplerini o zamanki hükümetlere aktardılar ve o zaman ortaya çıkan Pekin Deklarasyonu gerçekten kadın hakları açısından önemli bir metin oldu. O toplantıya katılıp Deklarasyona imza atan ülkeler -ki aralarında Türkiye de var- eşitliği sağlayan ve kadınlara karşı ayrımcılığı önleyen tüm düzenlemeleri yapmak ile kendilerini yükümlü addettiler. Bu yükümlülüklerden bir tanesi de kadınların hane içi emeğini görünür kılmak için zaman kullanım anketlerinin yapılmasıydı. Bu anketler Türkiye’de ilk kez 2008 yılında yapıldı, ikinci kez 2014-15 yıllarında uygulandı. Anket sonuçlarına göre tüm kadınlar günde ortalama 4-5 saatini ev ve bakım işlerine harcıyor. Erkeklerin harcadığı süre 1 saat 7 dakika. Kadınların erkeklere oranla beş katı kadar zamanı karşılıksız, görünmeyen emeğe harcadığını görüyoruz. Çalışan kadınlar açısından ise durumun değiştiğini söylemek pek mümkün değil. İşgücü piyasasında yer alan kadınlar günde 3 buçuk saat daha ev işi yapıyor ve çifte iş yükünün altında kalıyor ve bu zorluklar nedeniyle işgücüne düşük oranda katılıyor. Çoğu zaman genç ve yeni evli kadınların ya da bekâr kadınların işgücüne katılım oranlarının oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Dönüm noktası ilk çocuğun doğumundan sonra çünkü kadınlar eğer şanslılarsa, ailede bir büyük varsa: anne, kayınvalide ve benzeri, çocukları ona bırakıyor. Yaptıkları işin geliri yüksekse bir bakıcı tutuyorlar ya da çocuğu özel bir kreşe veriyorlar. Bunlara imkân yoksa aslında bu boşluğu devlete ait kaliteli ve düşük ücretli hizmet sunan kreşlerin doldurması gerekir, Böyle bir hizmet olmaması nedeniyle kadın çalışma yaşamından kopuyor. Ama çalışma yaşamının koşulları da çok ağır; uzun mesai saatleri, fazla mesainin adeta gündelik uygulama haline gelmesi, hafta sonu çalışma ve benzeri. Bütün bunlar kadınların yine iş yaşamından kopmasında etkili oluyor.
Özetle, tüm bunlar kadın işgücünü arzını sınırlayan faktörlerdir. Kadınların çalışma hayatına girmesinin önündeki engeller; cinsiyete dayalı işbölümü, bu iş bölümünü doğal, haklı ve meşru gösteren, fıtrat, kadınlar tabii ki evde oturup çocuk bakacak diyen ataerkil zihniyet yapıla[1]rı. Bunu erkeğin aileyi geçindirme sorumluluğu, erkeğin şerefiyle bağlantılandıran zihniyet yapıları ve kadın çalışmasının erkeğin iznine tabi olması, yoksul ailelerde eskiden kız çocuklarının okutulmaması. Sonuçta eğitim düzeyi düşük, vasıf düzeyi düşük, kadınların çalışabileceği işlerin hem sınırlılığı hem koşullarının ağırlığı onların işgücüne katılmaması ile sonuçlanıyor ve dolayısıyla her 4 kadından 3’ü işgücünün dışında kalarak yoksul ailedeki kadınlar en mağdur olan kesim oluyor. Yükseköğretim mezunlarına geldiğimizde ise bu oran %33, yani her üç kadından biri işgücünün dışında.
Türkiye açısından çok büyük bir sorun alanı, çocuk ve yaşlı bakımını üstlenecek kurumların yokluğu. Yaşlı nüfusun yaşam süresi uzuyor ve bu nüfusun toplam nüfus içerisindeki payı artıyor. Genellikle kendisi 50 ve 60 yaşın üstünde olan çocukların kendi ebeveynlerine bakma sorumluluğunu üstlenmek durumunda kaldığını ve bunun giderek zorlaşan, içinden çıkılamaz bir hal aldığını, iki tarafın da sağlık sorunlarıyla karşılaştığı bir yaş grubunda olduğunu belirtelim. Ek olarak Covid-19 salgını sonrası koşular daha ağırlaştı; eve kapanma döneminde çocukların evde olması, evde artan temizlik ihtiyacı, evde artan yemek pişirme ihtiyacı ve benzeri… Bir de buna evden çalışma durumunda olan kadınlar açısından hepsini bir arada götürmeye çalışmanın zorlukları eklenince ciddi psikolojik sorunlar ve stresler yaşandı. Kapanmaya dâhil olmayan gruplardaki kadınlar sağlık çalışanları arasında, perakende ve hizmet sektöründe önemli paya sahip. Onlar da hastalık riski koşulları altında çalışmak durumunda kaldılar ve ne yazık ki çoğu zaman hastalandılar.
Türkiye’de kamusal politikalara baktığımız zaman; Anayasa, İş Kanunu ve diğer bütün kanunlar eşitlikçi düzenlemelere sahip. Cinsiyet temelinde kadın-erkek ayrımı yapılamayacağı açık bir şekilde kanun maddelerinde belirtiliyor. Öte yandan iktidarların plan ve programlarına, kalkınma planlarına, ilgili bakanlıkların programlarına baktığımızda kadın istihdamının düşük olduğu ve arttırılması gerektiği kabul ediliyor. Ancak bu bir türlü gerçekleşmiyor. Çünkü aynı zamanda Türkiye’de kadın işgücüne talep düşük. Talebin düşük olmasının Türkiye›nin benimsediği ekonomik büyüme politikaları ile yakın ilişkisi var. Öncelikle benimsenen büyüme modelleri istihdam yaratmıyor ve daha çok da inşaat sektörüne dayalı bir büyüme modeli öngörüldüğü için istihdam erkek işgücü ağırlıklı. İnşaat yapılıyor istihdam bitiyor. Diğer yandan işgücü piyasasındaki bu cinsiyet temelli yapılanma işverenlerin işe alım tercihlerini ve kadınların ne tür işte çalışacağını da belirliyor.
Çok çarpıcı bir örnek; 2008-2009 ekonomik krizi ertesinde Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Türkiye Ofisinin, kadın istihdamının nasıl etkilendiğine dair yaptığı bir araştırmada görev almıştım. Konya’da küçük bir dikim atölyesi olup kendi hesabına çalışan bir kadın bana şu sözleri iletmişti: “Konya’da sanayiye düşmek diye bir laf vardır, yani pavyona düşmek gibi bir şey.” Yani bir kadın organize sanayide çalışmak zorunda kalırsa çok kötü bir şey… Aslında en son, en yoksul, en muhtacın kabullenmesi gereken bir şey, erkek bölgesi orası. “Ne olur ne olmaz oraya gitmeyelim” yaklaşımı erkeklerde izin vermeme, kadınlarda ise orada çalışmayı istememe şeklinde ortaya çıkıyor.
Kamu politikaları kadın istihdamı arttırılmalı diyor ancak esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması hedefleniyor. Kısmi süreli, belirli süreli, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici süreli, çağrı üzerinden çalışma ve benzeri yasalaşacak. Burada ki hedef kitle ise kadınlar. Bütün yükümlülükleri kadın omuzlasın, yanı sıra biraz da gelir elde etsin mantığı var. İkincisi, kadın girişimciliğinin desteklenmesi, aynı mantığın uzantısı. Bunların ne tür işler olduğuna baktığımızda: kadınlar evde bazlama yapıyor, evde banyo lifi örüyor, götürüp yakındaki pazarda satmaya çalışıyor. Genelde vasıfsız ve düşük ücretli iş türleri… ve kendi hesabına çalışan biri kendi dükkânını açsa bile çoğu zaman primlerini ödeyemiyor ve sosyal güvenlik dışında kalıyor. Bir bütün olarak güvencesiz çalışma biçimleri. Yani kadınlara önerilen çalışma biçimlerinin güvencesiz çalışma biçimleri olmasını kabul etmek mümkün değil.
Biz ne istiyoruz ve neler yapılmalı?
· Kadınların işgücü piyasasına erkeklerle eşit haklara sahip olarak, insana yaraşır işler üzerinden katılımı; sosyal güvenlik kapsamında, esas olarak tam zamanlı ama iş ile aile yaşamını bağdaştırma ihtiyacı çerçevesinde erkeklerin ya da kadınların belli bir süre kısmi çalışmaya geçebileceği ve bunun da sosyal güvenlik kapsamında olduğu işler üzerinden katılım.
· Her türlü ayrımcılıkla mücadele edilmesi; ayrımcılığın fiilen izlenmesi, denetlenmesi ve yaptırımlara bağlı olarak ortadan kaldırılması gerekir.
· Ev ve bakım işlerinin aile içinde kadın ve erkek, toplumda devlet ve özel sektör tarafından paylaşılması lazım. · Kreşlerin düşük ücretli ya da hiç ödeyemeyecek olanlar için ücretsiz ama kaliteli hizmet sunan kreşlerin her mahallede açılması.
· Kreş saatlerinin çalışma saatleriyle uyumlu hale getirilmesi.
· Kreşlerde kaliteli bakım hizmetlerinin sunulmasına yönelik tedbirler alınması.
· Yaşlılar için günlük ve sürekli bakım tesislerinin kurulması ya da kurdurtulması.
· Bakım ve ev işlerinde çalışacak kadınların çalışma koşullarının yasal koruma altına alınması.
Sendikalar ne yapmalı?
Onların görevi bu talepleri sahiplenmek ve kamuoyunda daha çok duyulmasını sağlamak. Pazarlık unsuru olarak karşılarında bulunan işverenlerle toplu pazarlık görüşmelerinde, ister özel sektör işçileri ister kamu sektöründe olsun; ister devletle yapılan görüşmelerde olsun bunları üyelerinin talepleri olarak, sadece kadın çalışanların değil, tüm üyelerinin talepleri olarak masaya getirmesi ve bunda ısrarcı olunması. En önemlisi de bu düzenlemeleri kolay vazgeçilecek bir tasarı maddesi olarak görmemesi.