Tez-Koop-İş Kadın Sayı 14

Tarih ve Kadınlar: Görünmezlik İksirinin Panzehiri Kendine Ait Bir Odada

Öğr. Gör. Dr. Ayten Semerci / Yıldız Teknik Üniversitesi – YDYO, Modern Diller

Serpil Sancar’ın Türk modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar isimli kitabı doktora sürecinde ve sonrasında başucu kitaplarımdan biri olmuştur. Bu kitapta feminist bir tarih okuması yapan Sancar, Türkiye tarihine bakış açımı değiştirmiş, resmi ve ‘milli tarih’in sadece bu coğrafyada değil, dünyanın her yerinde erkek iktidarlar tarafından yazıldığı gerçeğine uyanmamı sağlamıştır. Benim şu satırları yazdığım ve muhtemelen sizin okuduğunuz günlerde de bu gerçeğin farklı tezahürleri olarak tv ve telefon ekranlarınızdan ‘devlet kuran’ anlı şanlı erkeklerin birbirlerine meydan okumaları, ekonomi ve siyasetteki başarıları! akmaktadır.

Henüz bir lise öğrencisi olduğum yıllarda en sevdiğim derslerden biriydi tarih dersi. Fakat tarihi ne kadar sevsem de ders kitaplarının erkek hükümdarların ve komutanların güç ve gövde gösterileri, meydan muharebeleri, fetihleri, seferleri ve zaferleri ile dolu olduğunu fark etmiştim. Kitaplarda adı geçen çok az sayıdaki kadınsa ya entrika peşinde, aşk hayatları hareketli, magazinsel figüranlar olarak ya savaşlarda cepheye malzeme taşıyan bacılar ya da uğruna savaşlar çıkarılan femme fatale kadınlar olarak anlatılmışlardı. Bu resmedilişte bir terslik var demiştim kendi kendime. Gururla taşıdığım Miss Muhalefet ünvanımı haketmek üzere derslerden birinde tarih öğretmenime ‘peki hocam bu askerlerin eşleri, kız kardeşleri, kızları olan Ayşe, Fatma, Zehra, Hacer neredeler, ne yapıyorlar bunu biliyor muyuz ve nereden öğrenebiliriz ‘ diye sorduğumda Uğur hocamdan aldığım yanıtı hiç unutmadım ‘tarih ciddi bir iştir, kadınların gündelik yaşamlarıyla ilgilenmez, tarih daha önemli meselelerle ilgilenir.’  O zaman henüz ismini duymamış olsam da şimdi o anı hatırladığımda ben de Ermeni kadın yazar Mari Beyleryan’ın Ardemis dergisinde yazdığı gibi ‘tarih kadınları pek sevmiyor galiba’ diye düşünmüştüm.

Eğer tarih biz kadınları sevmiş olsaydı Enheduana’nın adını duymadan mezun olur muyduk okullardan? Hem de bu isim dünyanın bilinen ilk yazar ve şairi ve üstelik bu topraklardan Mezopotamya’dan çıkmış bir kadın olduğu halde. Hani sosyal medyada çok gördüğümüz bir ifade vardır; güzel bir yerin fotoğrafı çekilir ve ‘burası Mardin, Paris olsa beğenirdiniz ama’ denir. Tam da böyle bir benzetmeyle dünyanın ilk yazarı ve şairi bir erkek olsa adını kocaman harflerle tarihe yazardınız ama bu bir kadın olunca varlığının üstü derin bir sessizlikle örtülüyor ve tarihin tozlu sayfaları görünmezlik pelerinine dönüşerek ismi unutturuluyor. Oysa Enheduana MÖ 2300 yıllarında, geniş kalçalı, büyük memeli, doğayı temsil eden kadın tanrıça heykellerinin yerlerini öfkeli, savaşçı ve doğayı ve kadını tahakküm altına almak isteyen devasa erkek tanrılara bıraktığı yani sembolik olarak da erkeklerin hükümdarlığının başladığı bir dönemde yaşamış, buna rağmen dönemin inanç ve ritüellerini yönetecek bir dini lider olabilmiştir. Taş tabletlere yazdığı yazıların altına ‘Ben Enheduana’ diye imza atacak kadar ne yaptığını bilen, kendinden emin, kendini ifade edebilme kapasitesinin farkında olan bir öznedir Enheduana. Bugün bile bir kadının ‘bunu ben yaptım, bu benim sözüm, benim kararım’ diyebilmesi yani eyleyen olabilmesi için hala güçlenmesi, yapabilirliğinin artırılması, ve özgürleşmesi gerektiğinden söz ediyoruz halbuki Enhduana binlerce yıl önce ‘ben’ demeyi başarmış bir kadın örneği olarak yanı başımızda duruyor…

Peki neden tarih kadını ya dışlar ve görmezden gelir ya da resmi anlatının bir yerine iliştirir?

Tüm yazılı tarihi kayıtların erkekler tarafından tutulmuş olması bir sebep olabilir mi buna?

Kadınları görünmezleştiren şeylerden biri de düşünmekten ve özellikle de yazmaktan alıkonulmuş olmaları mıdır mesela? Bir başka ifadeyle Kendilerine Ait Bir Oda’larının olmayışı mıdır?

Antik klasik dünyada yazma işi sadece erkeklerin imtiyazındaydı çünkü okuma yazma işi zenginlik ve zaman harcama lüksüne sahip olmayı gerektiriyordu. Dolayısıyla zaman kullanma özgürlüğü erkeklerindi. Kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü, insan ve vatandaş sayılmadığı Atina demokrasisinde yazmak, düşünmek ya da felsefeyle uğraşmak kadınlar için ‘uygun’ görülmeyen işlerdi. Kadınlar kamusal alandan dışlanırken, yalnızca ev temizliği, yemek, çocuk bakımı gibi ‘kadın’ işleriyle ilgilenmeliydiler. Dolayısıyla kadınların ne bilgiye erişim hakları ne de bunu talep etme özgürlükleri vardı. Üstelik Antik Yunan’da ‘görünmez olmak’ kadınlar için bir erdem sayılıyordu. Kadınlar öylesine görünmez, öylesine görünmez olmalıydılar ki erkeklerin onlar hakkında konuşmaması bile bir erdemlilik göstergesi olarak kabul edilirdi.

Ancak erkeklerin unuttuğu bir gerçek vardır ki; kadınların zekası kendilerine zorla içirilmek istenen görünmezlik iksirini etkisiz hale getirmenin yollarını bulmak konusunda her zaman eşsiz bir yaratıcılığa sahiptir. Bunun bilinen ilk örnekleri de iki genç kadındır. Tarihteki ilk akademi ve felsefe okulu olan Platon’un Akademia’sının öğrenci listesinde Lastheneia ve Axiothea isimli felsefe sever iki kadın bulunur. Kadınların eve ve özel alana hapsedildiği bir dönemde, zekaları ile tabiri caizse satranç tahtasındaki taşları devirmek yerine oyunu kuralına göre oynayarak istediklerini elde etmiş iki kadındır  Lastheneia ve Axiothea. Bugünün üniversitesi sayılan Akademide kalabilmek ve derslere düzenli katılabilmek için erkek kılığına girmişler ve kadın olarak mahrum bırakıldıkları eğitim hakkını kullanabilmek için bir süre kadın kimliklerini gizlemek zorunda kalmışlardır. O dönemin katı kurallarını aşmak için izledikleri yol sayesinde isimleri bugün felsefe tarihinde kadınların var olduğunun somut kanıtları arasındaki yerini almıştır. 

Ancak tarihin öyle dönemleri de vardır ki kadın olarak görünürlüğün bedeli çok ağır ödenmiştir. Hayatı filmlere konu olan (Agora filmi 2009) İskenderiyeli ünlü kadın matematikçi, astronom ve felsefeci Hypatia bu bedeli ödemiş kadınlardan biridir. Muhteşem bir zekaya sahip olan, Rönesans ressamlarının tablolarında güzelliğini tasvir ettiği Hypatia, Milattan sonra 400’lü yıllarda İskenderiye’de yaşamış, matematikle evrenin ve gökyüzünün sırlarını çözmeye çalışan ve dünyayı bilimsel yöntemlerin ışığında anlamaya çalışan bir bilim kadını ve entelektüeldir. Öğrencilerini ve kendisini sevenleri dogmatik fikirler yerine, özgür düşünce ve sorgulayıcı bir akıl ile dünyayı kavramaya davet eden ve bunun yöntemlerini öğreten Hypatia’yı bağnaz Hıristiyan din adamları iktidarları önünde bir engel olarak görmeye başlar. “Ben felsefeye inanıyorum” diyen Hypatia’nın pagan bir kadın olarak eril iktidarın kurmak istediği ataerkil muhafazakar toplumsal düzene açıkça tehdit oluşturduğuna karar veren fanatik yobazlar, tarihin bir kadına karşı işlenen en vahşi komplosunu düzenleyerek onu öldürürler. Bu politik bir cinayettir ve amacı kadın bedenini, aklını, düşüncesini, inancını ve varlığını ortadan kaldırmaktır. Bilim tarihinin ilk kadın şehidi, düşünen ve boyun eğmeyen aklın sembolüdür O. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması ile aynı dönemde Hypatia’nın parçalanarak öldürülmesi tesadüf değildir. Tarihin her döneminde dün ve bugün, ne zaman ki dogmatizm bilime galebe çalar, o zaman karanlık ışığı yutar. Ve karanlığın amacı kadını daha da görünmez yapmaktır.

Sadece akılla bakmazlar dünyaya kadınlar ve yalnızca felsefe ve matematik dilini kullanmazlar. Hisler, duygular, kalpten gelenler mısralara dökülür kalemlerinden. En güzel aşk şiirlerini yazabilirler, en etkileyici doğa tasvirlerini yapabilirler. Sappho da Antik Yunan’ın kadını ‘tamamlanmamış erkek’ olarak gördüğü dönemde yaşamış bir kadın şairdir.  Onun en önemli özelliği dönemin toplumsal dayatmalarına aldırmadan, kendi hissettiği ve inandığı biçimde var olmaya çalışması ve erkek egemen sisteme şiirleriyle ve yaşam tarzıyla meydan okumasıdır. Sappho, kadınların duygusal dünyalarını ve birbirleriyle kurdukları ilişkileri  anlattığı şiirlerinin yanı sıra özgür ve özgün yaşam tarzıyla da sistem tarafından fazlasıyla görünür olduğu için istenmeyen kadın ilan edilir. Lirik şiirlerin duygusal şairi Sappho yerinden yurdundan edilir ve sürgüne zorlanır. Memleketini terk etmek zorunda kalan ve baskılar karşısında bunalan şairin yazdıkları sonsuza erişecek olsa da kısa hayat hikayesi içinde fırtınalı bir deniz ve kayalıkların olduğu hüzünlü bir intihar dizesiyle sonlanacaktır.

19. yüzyılın sonunda dünyaya gelen en önemli kadın yazarlardan Virginia Wolf’un en sevdiğim eseri Kendine Ait Bir Oda kitabıdır. Bu kitapta Wolf kadınların bilgiye erişme özgürlüklerinin öneminin altını çizer. Antik Yunan’dan  bu tarafa kadınlar için bilginin erkek tekelinde olmasının ve entelektüel üretimin erkek merkezli gerçekleşmesinin kadınlar bakımından nasıl varoluşsal bir sorun  olduğunun farkında olan Virginia Wolf, kadınlar için yazmak ve düşünmenin hayatiyetini benim de yazmak için her klavye başına oturduğumda aklıma düşen ve beni bir kadın dergisinde yazmaya en çok motive eden şu muhteşem cümlelerle anlatır.

 “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!…”

Ne zaman ki Hacer, Ayşe Fatma, Ayten olarak Lastheneia ve Axiothea gibi bilgi aşığı, Hypatia gibi özgür düşünen sorgulayan bir akıl sahibi, Sappho gibi inandığı gibi yaşayabilen kadınları yeniden keşfedeceğiz ve en önemlisi de Enheduana gibi BEN diyebileceğiz işte o zaman tüm görünmezlik iksirleri işe yaramaz olacak.




İlgili Makaleler

Başa dön tuşu